Gülnur Eskici
25 Kasım 2025 Salı
25 Kasım
9 Kasım 2025 Pazar
GERÇEK OLMANIN BEDELİ
GERÇEK OLMANIN BEDELİ
Artık insanlar iyi olmaya değil, iyi görünmeye çalışıyor. Gerçeklik, süslü kelimelerin ve dijital vitrinlerin ardına gizlendi. Sadakat artık insanların sözlüğünden silinmiş gibi.Kimin ne kadar takipçisi varsa, değeri de o kadar sanılıyor. Oysa insanı tanımlayan hiçbir zaman görünürlük değil, içtenlikti.
Bir zamanlar insanlar kendini geliştirmeye, karakterini inşa etmeye çalışırdı. Bugünse çoğu, sadece iyi görünmenin peşinde. Gerçeklik, filtrelerin ve süslü sözlerin ardına gizlendi. İnsanlar artık hissetmekten çok, nasıl göründükleriyle ilgileniyorlar. Beğeni sayısı, birinin kişiliğinden daha çok değer görüyor. Görünürlük, içtenliğin önüne geçmiş durumda.
Vicdan da duygular gibi sessizleşti. İnsanlar birbirine değil, çıkarlarına sadık hale geldi. Sevgi bile bir pazarlık gibi yaşanıyor; “benimle kalırsa” diye başlayan cümleler, duygunun değil, menfaatin göstergesi oldu. Kimse seni sen olduğun için sevmiyor; çoğu, sende kendini gördüğü sürece yanında kalıyor. O aynadaki yansıma kaybolduğunda ise, gitmek en kolay yol oluyor.
Bir zamanlar insanın değeri kişiliğindeydi. Nasıl göründüğüyle değil, nasıl davrandığıyla tanınırdı. Şimdi insanlar karakteri değil, etkileşimi önemsiyor. Dürüstlük, savunmasız olmakla eşdeğer görülüyor. Vefa artık sadece eski hikâyelerde kalan bir hatıra gibi anılıyor. Bağlılık yavaş kaldı, insanlar hızın içinde sadakati unuttu. Düzgün insan bulmak zor çünkü herkes doğru görünmeye çalışıyor, ama doğru kalmayı göze alamıyor.
Kimin ne kadar takipçisi varsa o kadar değerli sanılıyor. Ama o kalabalıkların içinde birçok kişi kendi sesini bile duyamıyor. Çünkü dışarıdan parlayan hayatlar, içeride yorgunlukla dolu. Gerçek bağlar azaldı, güven kırılganlaştı ve insanlar birbirine temas etmekten korkar oldu.
Yine de hâlâ kalbiyle yaşayan insanlar var. Azlar, sessizler ama sahiciler. Gösterişsizdirler; ama birinin hayatına girdiklerinde fark edilir bir iz bırakırlar.
Ve bir gün böyle birine rastlarsan,
onu kaybetmemek için değil,
hak ettiğin için yanında kal.
GERÇEK KALMANIN PSİKOLOJİSİ
İnsanın doğasında iki güçlü ihtiyaç vardır: görülmek ve anlaşılmak. Fakat çağımız insanı bu iki duyguyu birbirine karıştırdı. Artık çoğu kişi anlaşılmak yerine izlenmeyi istiyor, çünkü görülmek onaylanmak gibi hissettiriyor. Oysa bir insanın gerçekten var olabilmesi, dışarıdan aldığı alkışla değil, içinden duyduğu sesle mümkündür.
Modern hayat insana sürekli “kendini göster” diyor. Bu baskı, farkında olmadan bir kimlik yorgunluğu yaratıyor. Bir yandan “kendin ol” mesajlarıyla büyüyoruz, öte yandan “beğenilmek için değişmelisin” baskısına maruz kalıyoruz. Bu ikilem, insanın kendiyle bağını koparıyor. Ne hissettiğimizi bile tam olarak bilemiyoruz artık,çünkü hislerimizi bile dış dünyanın onayıyla ölçer olduk.
Kendimizle çelişmeye başladığımızda, duygularımızı bastırıyor, düşüncelerimizi sansürlüyoruz. Sahici olmak riskli geliyor. Gerçek duygularını gösteren bir insan, sevilmemekten ya da dışlanmaktan korkuyor. Bu korku, zamanla bir savunma mekanizmasına dönüşüyor. İnsan içten içe “maskesiz kalırsam kırılırım” diye düşündükçe, maskesini daha da sıkı takıyor.
Ama maskenin bedeli ağır. Çünkü insan kendini gizledikçe, kim olduğunu unutmaya başlıyor. Bir süre sonra “gerçek benlik” ile “görünür benlik” arasındaki fark büyüyor. Kişi, kendi içinde çelişen iki ayrı insan gibi yaşamaya başlıyor: biri dışarıya gösterdiği, diğeri içinden susturduğu. Ve bu durum, zamanla derin bir içsel yorgunluğa dönüşüyor.
Sürekli onay beklemek, insanın özsaygısını zayıflatıyor. Kendine güvenememeye başlıyor, çünkü değeri artık kendi gözünde değil, başkalarının bakışında ölçülüyor. Bu da kişiyi duygusal olarak yoran bir kısır döngüye sokuyor: ne kadar çok görünür olursa, o kadar eksik hissediyor. Ne kadar alkış alırsa, o kadar boşlukta kalıyor. Çünkü içsel huzur, dışsal beğeniden beslenmiyor.
Gerçek kalmak kolay değil, çünkü dürüstlük savunmasızlık gerektiriyor. Birçok insan için maskesiz olmak kırılganlıkla eş anlamlı. Ama asıl dayanıklılık, maskesiz kalabilme cesaretinde gizli. Kendinle barışmak, herkesin görmek istediği kişi değil, kendinle yüzleştiğin hâlini de sevebilmek demektir.
Ve belki de asıl huzur, tam burada başlıyor: Sevilmek için değil, anlamak için dinlediğinde. Beğenilmek için değil, gerçekten hissettiğinde. Birilerine görünmek için değil, kendinle temas ettiğinde.
İşte o zaman insan, kalabalıklar içinde bile sahici kalabiliyor. 🌹
5 Kasım 2025 Çarşamba
KENDİLİK KAYBI
Kendilik Kaybı: Sessiz Bir Yaradır
Çağımızın en görünmez yarasıdır bu: kendilik kaybı. İnsanlar artık kim olduklarını değil, kim olmaları gerektiğini düşünüyor. Ve ne kadar çok rol oynarlarsa, o kadar az hissediyorlar. Bugün çoğu insan “mutlu musun?” sorusuna net cevap veremiyor. Çünkü yaşadığı hayatın kendi seçimi mi, yoksa toplumun beklentisi mi olduğundan emin değil.
Küçüklükten itibaren bize hep söylenen cümleler var:
“İyi ol.”
“Toparlan.”
“Güçlü ol.”
“Sesini çıkarma.”
“Uygun davran.”
Ve biz, sevilmek uğruna bu cümlelerin içine sığmaya çalıştık. Kırılmamayı, hayır dememeyi, duygularımızı gizlemeyi öğrendik. Zamanla içimizdeki çocuk sustu; yerine “uyumlu yetişkin” geçti. Ama o yetişkinin yüzünde hep bir yorgunluk kaldı.
Bir noktadan sonra, insan aynaya bakıyor ve düşünüyor: “Bu benim hayatım mı, yoksa bana öğretilmiş bir senaryo mu?” İşte orada, o sessizlikte, kendilik kaybının yankısı duyulur. Çünkü yıllardır birilerinin onayına göre şekillenmiş bir “benlik”, kendi sesini duyduğunda yabancıdır.
Aslında mesele, güçlü olamamak değil. Mesele, güçlü görünmek adına kendini inkâr etmektir. Toplum “başarılı ol” derken, kimse “mutlu musun?” diye sormaz. Kariyerin, statün, ilişkilerin arasında bir an durduğunda, içinden bir ses yükselir: “Ben neredeyim?” O an korkutucudur. Çünkü o sorunun cevabını vermek, maskeleri düşürmek demektir. Oysa hepimiz, maskelerimizin içinde daha güvende hissederiz. Çünkü orada kimse bizi gerçekten tanımaz. Tanırsa, belki de sevmez diye korkarız.
Ama kendilik kaybının iyileşme yolu da tam oradan geçer: Kendine dönmekten. Kendine yeniden dokunmaktan. Kendini “başkalarının gözünden” değil, “kendi kalbinden” görmeyi öğrenmekten.
Çünkü kendine dönüş; sadece bir duygusal farkındalık değil, bir psikolojik çözülme ve felsefi yeniden doğuştur. Kendilik kaybı bir anda olmaz. Sessizce başlar.
Çocukken duyduğun bir cümleyle...
“Sus, ayıp.”
“Duygusal olma.”
“Böyle davranırsan kimse seni sevmez.”
Sonra büyürsün. Ve fark etmeden şu cümleyi içselleştirirsin: “Ben olduğum gibi yeterli değilim.”
Psikolojik olarak, insan zamanla kendini olduğu gibi değil; başkalarının beklentilerine göre değerli hissetmeye başlar. Bir süre işe yarar. Uyum sağlar, takdir toplar, kabul görürsün. Ama içeride bir yer sessizce yıpranır. Çünkü ruh, kendini terk etmeyi affetmez.
Ve sonra gün gelir... İçinde tanımlayamadığın bir boşluk büyür. Mutluluk dediğin şey bile yüzeyde kalır; çünkü doyum, kim olduğundan gelir, ne yaptığından değil.
İşte o anda insan şu soruyla karşılaşır:
“Ben kimim?”
Bu soru bir tehdit değil; bir çağrıdır.
Kendi varlığına bir dönüş daveti.
Ve o anda anlarsın: Gerçek özgürlük; zincirleri kırmak değil, kendi sesini duymaya cesaret etmektir. Toplum seslidir. Kendi sesin ise fısıltıyla başlar. Kulak vermek sabır ister. Çünkü o ses sadece gerçeği söyler:
“Seni kim olmaya zorladılar?”
“Ve sen kim olmak istiyorsun?”
Farkındalık işte tam buradan doğar. Psikoloji zihni uyandırır, felsefe ruhu. Ve insan ilk kez, rol değil varlık olmaya yakışır. Kendine dönüş sancılıdır, ama insanın yeniden dünyaya gelişi de öyledir.
Belki de mesele hep şuydu: Güçlü görünmek değil, gerçek olmak. Ve gerçek bazen kırılır, bazen susar, bazen yeniden kurulur. Ama hep kendidir.
Kendine dönmek bir varış değil, yolda kalma cesaretidir.
28 Ekim 2025 Salı
CUMHURİYET
🇹🇷 Cumhuriyet: Kadının Adı, Varoluşun Sesi
Cumhuriyet, yalnızca bir tarih değil, bir uyanıştır.
Küllerinden doğan bir halkın, kendi sesini bulma hikâyesidir.
Ve o sesin içinde, en güçlü yankı hep kadının sesidir.
Yıllarca susturulmuş, yok sayılmış, geri bırakılmış kadın bir gün bir ses duydu:
“Ey kahraman Türk kadını!
Sen yerde sürüklenmeye değil,
omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.”
O gün yalnızca bir millet değil, kadının varlığı da yeniden doğdu.
Cumhuriyet, kadına yalnızca haklar vermedi; duruş, kimlik ve ışık verdi.
Kadın artık eğilmeden konuşmayı,
susmadan yürümeyi,
varlığını saklamadan yaşamayı öğrendi.
Çünkü Cumhuriyet, “izin” değil, yer verdi kadına.
O yer, evin gölgesinde değil;
hayatın tam ortasında, aydınlığın kalbindeydi.
Cumhuriyet kadını artık bilir:
Susmak kader değil, konuşmak haktır.
Kapanmak değil, görünmek özgürlüktür.
Boyun eğmek değil, dik durmaktır Cumhuriyet.
Nene Hatun’un cesaretiyle, Şerife Bacı’nın direnişiyle,
bu toprakların kalbine kazınan kadınlar yalnızca geçmişin kahramanı değil,
bugünün nefesi, yarının ışığıdır.
Bugün bir kadın başını kaldırıp “Ben varım” diyebiliyorsa,
bu Cumhuriyet’in en büyük zaferidir.
Çünkü Cumhuriyet sadece bir rejim değil,
bir kadının kendi kaderini eline alabilmesinin adıdır.
Cumhuriyet kolay kazanılmadı;
ama biz kadınlar, onu her gün yeniden yaşatıyoruz.
🇹🇷 Yaşasın Cumhuriyet.
Yaşasın kadınlar.
Yaşasın özgürlük.
💬 Bu yazı, Cumhuriyet’in ışığında yürüyen tüm kadınlara ithaf edilmiştir.
Gülnur 🌹
27 Ekim 2025 Pazartesi
SAHTE BAĞLILIK
Aldatmanın Ardındaki Sahte Bağlılık
“Aldatma, suçluluk ve sahte sevgi arasında sıkışmış ilişkilerin sessiz hikâyesi...”
Bu yazı kişisel bir hikâye değil.
Ama çevremde gördüğüm, tanık olduğum bazı kadınların yaşadıkları üzerine düşündükçe ortaya çıktı.
Çünkü bazen insanlar sevgiyi karıştırıyorlar;
alışkanlığı, ilgiyi, egoyu ya da vicdanı “sevgi” sanıyorlar.
Ve en çok da bu karışıklığın içinde kaybolan kadınlar oluyor.
Ben sadece bu duruma dışarıdan bakan biri olarak,
neden bazı erkeklerin aldatmalarından sonra bile evdeki kadına bağlıymış gibi davrandıklarını anlamaya çalıştım.
Gerçek sevgi iki kişiye bölünmez.
Bir insan iki kişiyi birden sevdiğini sanabilir,
ama aslında biri kalbine, diğeri eksikliğine dokunuyordur.
Bu yüzden “ikisini de kaybetmek istememek” çoğu zaman sevgiden değil,
içsel boşluğu kaybetme korkusundan kaynaklanır.
Gerçek sevgi, aynı anda iki yöne akmaz.
Birine gerçekten kalpten bağlıysan, diğerine yer kalmaz.
Aldatan bir adam genellikle evdeki kadına daha fazla ilgi göstermeye başlar.
Çünkü kendini en güvende hissettiği, sorgulanmadan kabul gördüğü yer orasıdır.
O ev, onun sığınağıdır; yaptığı yanlışı unutabildiği, vicdanını susturabildiği alandır.
Bu yüzden oradaki bağlılık, çoğu zaman sevginin değil; vicdan, korku ve alışkanlığın karışımıdır.
Gerçekten seven biri aldatmaz.
Aldatıp hâlâ sevdiğini söyleyen birinin duygusu tutarsız ve ben-merkezlidir.
Bu yüzden “aldatmanın içindeki bağlılık” sevgiyle karıştırılmamalıdır;
çünkü o bağlılık, suçlulukla beslenen bir zorunluluktur.
Aldatmadan önce ilişkide tartışmalar, kırgınlıklar, uzaklaşmalar olabilir.
Ama aldatmadan sonra, tuhaf bir şekilde her şey birden “yoluna girmiş” gibi görünür.
Çünkü adam suçluluk duygusuyla hareket eder;
daha yumuşak, daha ilgili, daha anlayışlı davranır.
Kadınsa aldatıldığının farkında değildir,
sadece uzun süredir beklediği ilgiyi nihayet görmenin huzuruna kapılır.
Oysa bu, sevginin geri dönüşü değil; vicdanın geçici sessizliğidir.
Ve hiçbir suçluluk duygusu, bir ihaneti temize çıkaramaz.
Aslında çoğu adam, evini ve ailesini sever.
Fakat bir süre sonra, eşinde bulamadığı duygusal yakınlığı, ilgiyi ya da anlaşılmayı dışarıda aramaya başlar.
Evliliğin içinde kalan eksik yanları, başka biriyle tamamladığını sanır.
Dışarıdaki kadın, o eksik parçaları geçici olarak doldurduğu için,
adam kendini daha huzurlu, daha anlaşılmış hisseder.
Bu da bir süreliğine evdeki ilişkisini bile “düzeltmiş” gibi gösterir.
Oysa bu, sevginin değil; eksikliğin geçici tatminiyle kurulan sahte bir dengedir.
Dışarıdaki kadın ise çoğu zaman bunun farkında değildir.
Onunla yaşanan şeyin gerçek bir sevgi olduğunu sanır,
oysa adam orada sadece kendi eksik duygularını tamamlıyordur.
Kaybettiği heyecanı, ilgiyi ya da beğenilme hissini yeniden bulduğunu zanneder.
Ama aslında sevdiği kişi kadın değil, kendini yeniden önemli hissettiren hâlidir.
Kadınlara bir kez daha seslenmek isterim…
Kimsenin doktoru değilsiniz.
Bir erkeğin evliliğindeki eksik yanlarını tedavi etmeye çalışmayın.
Çünkü bazen siz o eksikleri onardıkça, o da kendi yarım kalmışlığını sürdürür.
Hatta belki de evdeki huzuru, sizin varlığınızla sağlamış olur.
Siz onun ilişkisini ayakta tutan “denge” değil, kendi yolunuzu aydınlatan “gerçek” olun.
Ve en önemlisi…
Zaman, insanın en değerli hazinesidir.
Onu sonu belirsiz, ruhu tüketen ilişkilerle harcamamak gerekir.
Bir gün “çok pişmanım böyle bir ilişki yaşadım” dememek için,
kendini kandıran değil, kendini koruyan kadın olun.
Çünkü hiçbir ilişki, bir kadının kendine olan değerinden daha kutsal değildir.
👉Kadınlara bir şey hatırlatmak isterim…
Bir erkeğin eksikliğini tamamlamak, sizin göreviniz değil.
Gerçek kadın, sevilmediği yerde kalmaz.
Çünkü kalmak, sevgi değil, kendini unutmaktır.
Gülnur 🌹
20 Ekim 2025 Pazartesi
KENDİNİ BULMAK BIRAKMAK DEĞİL, AŞMAKTIR
Kendini Bulmak Bırakmak Değil, Aşmaktır
İnsan, büyürken ona verilen kimlikleri, aidiyetleri ve inançları “kendi özü” sanır. Oysa bunlar yalnızca birer başlangıç noktasıdır. Bizim yolculuğumuz, o kimliklerin içinde sıkışıp kalmak için değil; onları aşarak kendi anlamımızı yaratmak için vardır.
Kimlik, aidiyet, inanç gibi şeyler doğduğumuz anda bize hazır olarak sunulur. Nerede doğduğumuz, hangi ailede büyüdüğümüz, nasıl bir kültür içinde yetiştiğimiz… Bunların hiçbiri bizim seçimimiz değildir. Ancak bir noktadan sonra bu etiketlerin bizi tanımlamasına izin verip vermemek tamamen bize bağlıdır.
Bu noktada insanın önünde yeni bir sorgu belirir:
Bizi dünyaya hiçbir etiketle göndermeyen bir “büyük güç” olduğuna inanıyorsak, o hâlde sonradan sahip olduğumuz bu kimliklerin bizi tanımlamasına neden izin veriyoruz? Belki de mesele bu kimlikleri inkâr etmek değil; onların bizi sınırlamasına, yolumuzu çizmesine izin vermemektir.
“Etiketleri bırakmak” derken sadece reddetmekten söz etmiyoruz bu bazen tepkiyle yapılan bir kaçış olabilir. Ama “aşmak”, onları anlayıp içselleştirdikten sonra sınırlarını geçmek anlamına gelir.
Yani mesele, “Ben şu kimliğe aitim” demek değil; “Ben bunların ötesinde kimim?” sorusuna cevap aramaktır.
Başlangıçta verilen bu kimlikler, aidiyetler ve inançlar tıpkı yürümeyi öğrenene kadar uzanılan bir destek gibidir. Yere sağlam basmayı öğrendikten sonra hâlâ onlara tutunuyorsak, artık bizi ileri taşımaktan çok, geride tutan bir yük hâline gelirler.
Gerçek özgürlük, o desteğe ihtiyaç duymadan da yürüyebildiğini fark ettiğin anda başlar.
Ve işte asıl mesele de tam burada başlar:
Kimliksizleşmek, yalnızca etiketleri bırakmak değil; onların sağladığı güveni, aitlik hissini ve onay ihtiyacını da geride bırakabilmeyi göze almaktır. Mesele “onlara sahip olmamak” değil; onlara mecbur olmadan da yürüyebilmeyi öğrenmektir.
En değerli şey, hayat yolculuğunun yönünü ve amacını bilmektir. Nereden geldiğin değil, nereye gittiğin önemlidir.
Eğer artık kendi ayakların üzerinde yürüyebiliyorsan, odağın “etiketler” değil, “hedef” olmalıdır.
Ve belki de kendi kimliğini bulmak, onları bırakmak değil, hepsini anlayıp aşarak daha geniş bir anlam inşa etmektir. Çünkü gerçek benlik, sana verilen etiketlerin ötesinde başlar.
✍️ Kendi Notum
Bu satırlar, kendi kimliğimi, aidiyetlerimi ve varoluşumu anlamaya çalışırken öğrendiklerimin, sorguladıklarımın ve hâlâ aradıklarımın bir yansımasıdır.
Gülnur 🌹
19 Ekim 2025 Pazar
Seni seviyorum demenin başka yolu olabilir mi?
“Seni Seviyorum” Demenin Başka Yolu Olabilir mi?
Bazen “seni seviyorum” dediğimizde bile fark etmeden bir benlik taşırız içinde.
Sanki o söz, “Ben öyle bir varlığım ki seni sevebiliyorum” alt anlamını barındırır.
Oysa sevgi, bir üstünlük ilanı değildir; iki ruhun yan yana, eşit ve özgür biçimde var olabilmesinin dilidir.
Belki de gerçek sevgi, hükmetmenin değil birlikte var olmanın; sahip olmanın değil anlamaya çalışmanın yoludur.
Çoğu zaman o cümle, iki kişilik bir bağ kurmaktan çok, tek taraflı bir beyan gibi yankılanır.
Belki de sevgi, “sahip olduğumu göstermek” için değil; “birlikte var olmayı hatırlatmak” için söylenmelidir.
Çünkü gerçek sevgi, “ben”in değil “biz”in dilini konuşur; hükmetmenin değil, aynı yolda yürüyebilmenin ifadesidir.
Ve belki de asıl soru tam da burada başlar:
Sevgi gerçekten sadece “Seni seviyorum” demekle mi anlatılır?
Yoksa sevmenin başka yolları da var mıdır?
Gerçek sevgi bazen sabır göstermekle ve anlamaya çalışmakla başlar.
Bazen de onun için bir şeyden vazgeçmeyi seçmekle.
Bazen kelimelerle değil, varlığınla güven vermekle.
Ve çoğu zaman, bırakıp gitmek yerine en zor anda bile orada kalmakla anlam bulur.
Çünkü sevgi, yalnızca bir duygu değil; bir emek, bir seçim, bir eylemdir.
Ve o eylem, çoğu zaman kelimelerden daha yüksek sesle konuşur.
Belki de en derin “seni seviyorum”, hiç söylenmemiş ama her davranışta hissedilmiş olandır.
Gülnur Eskici 🌹
👉 Bu yazı, @murattali_m bir paylaşımından ilham alınarak, kendi düşüncelerimle harmanlanarak kaleme alınmıştır.