Kendilik Kaybı: Sessiz Bir Yaradır
Çağımızın en görünmez yarasıdır bu: kendilik kaybı. İnsanlar artık kim olduklarını değil, kim olmaları gerektiğini düşünüyor. Ve ne kadar çok rol oynarlarsa, o kadar az hissediyorlar. Bugün çoğu insan “mutlu musun?” sorusuna net cevap veremiyor. Çünkü yaşadığı hayatın kendi seçimi mi, yoksa toplumun beklentisi mi olduğundan emin değil.
Küçüklükten itibaren bize hep söylenen cümleler var:
“İyi ol.”
“Toparlan.”
“Güçlü ol.”
“Sesini çıkarma.”
“Uygun davran.”
Ve biz, sevilmek uğruna bu cümlelerin içine sığmaya çalıştık. Kırılmamayı, hayır dememeyi, duygularımızı gizlemeyi öğrendik. Zamanla içimizdeki çocuk sustu; yerine “uyumlu yetişkin” geçti. Ama o yetişkinin yüzünde hep bir yorgunluk kaldı.
Bir noktadan sonra, insan aynaya bakıyor ve düşünüyor: “Bu benim hayatım mı, yoksa bana öğretilmiş bir senaryo mu?” İşte orada, o sessizlikte, kendilik kaybının yankısı duyulur. Çünkü yıllardır birilerinin onayına göre şekillenmiş bir “benlik”, kendi sesini duyduğunda yabancıdır.
Aslında mesele, güçlü olamamak değil. Mesele, güçlü görünmek adına kendini inkâr etmektir. Toplum “başarılı ol” derken, kimse “mutlu musun?” diye sormaz. Kariyerin, statün, ilişkilerin arasında bir an durduğunda, içinden bir ses yükselir: “Ben neredeyim?” O an korkutucudur. Çünkü o sorunun cevabını vermek, maskeleri düşürmek demektir. Oysa hepimiz, maskelerimizin içinde daha güvende hissederiz. Çünkü orada kimse bizi gerçekten tanımaz. Tanırsa, belki de sevmez diye korkarız.
Ama kendilik kaybının iyileşme yolu da tam oradan geçer: Kendine dönmekten. Kendine yeniden dokunmaktan. Kendini “başkalarının gözünden” değil, “kendi kalbinden” görmeyi öğrenmekten.
Çünkü kendine dönüş; sadece bir duygusal farkındalık değil, bir psikolojik çözülme ve felsefi yeniden doğuştur. Kendilik kaybı bir anda olmaz. Sessizce başlar.
Çocukken duyduğun bir cümleyle...
“Sus, ayıp.”
“Duygusal olma.”
“Böyle davranırsan kimse seni sevmez.”
Sonra büyürsün. Ve fark etmeden şu cümleyi içselleştirirsin: “Ben olduğum gibi yeterli değilim.”
Psikolojik olarak, insan zamanla kendini olduğu gibi değil; başkalarının beklentilerine göre değerli hissetmeye başlar. Bir süre işe yarar. Uyum sağlar, takdir toplar, kabul görürsün. Ama içeride bir yer sessizce yıpranır. Çünkü ruh, kendini terk etmeyi affetmez.
Ve sonra gün gelir... İçinde tanımlayamadığın bir boşluk büyür. Mutluluk dediğin şey bile yüzeyde kalır; çünkü doyum, kim olduğundan gelir, ne yaptığından değil.
İşte o anda insan şu soruyla karşılaşır:
“Ben kimim?”
Bu soru bir tehdit değil; bir çağrıdır.
Kendi varlığına bir dönüş daveti.
Ve o anda anlarsın: Gerçek özgürlük; zincirleri kırmak değil, kendi sesini duymaya cesaret etmektir. Toplum seslidir. Kendi sesin ise fısıltıyla başlar. Kulak vermek sabır ister. Çünkü o ses sadece gerçeği söyler:
“Seni kim olmaya zorladılar?”
“Ve sen kim olmak istiyorsun?”
Farkındalık işte tam buradan doğar. Psikoloji zihni uyandırır, felsefe ruhu. Ve insan ilk kez, rol değil varlık olmaya yakışır. Kendine dönüş sancılıdır, ama insanın yeniden dünyaya gelişi de öyledir.
Belki de mesele hep şuydu: Güçlü görünmek değil, gerçek olmak. Ve gerçek bazen kırılır, bazen susar, bazen yeniden kurulur. Ama hep kendidir.
Kendine dönmek bir varış değil, yolda kalma cesaretidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder