25 Kasım 2025 Salı

25 Kasım

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü

Dominik Cumhuriyetinde 25 Kasım 1960 yılında 3 kız kardeşin tecavüz edilerek vahşice öldürülmesi tüm Dünya'da yankı uyandırdı. Bu olaydan sonra kadına şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacı ile 1999 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 25 Kasım'ı "Kadına Şiddete Karşı Mücadele Günü" ilan etti. Her yıl Dünya'da ve ülkemizde kutlanıyor. Kadına Şiddete Karşı yasalar neredeyse tüm Dünya'da ve ülkemizde sadece kağıt üzerinde kalmaya devam etmekte.

Dünya Sağlık Örgütü istatistiklerine göre, dünyadaki üç kadından biri ya fiziksel ya da cinsel saldırıyla ve tacizle en az bir kere karşı karşıya kalıyor. Kültür seviyesi düşen ülkelerde bu durumu adli makamlara bildirmek gittikçe azalmakta...

2017 yılında erkekler tarafından 409 kadın öldürüldü, 387 çocuk istismar edildi, 332 kadın cinsel saldırıya uğradı. Uzaklaştırma kararı olmasına rağmen eşi tarafından birçok kadın öldürüldü.

Bazı ağaçlarda ve duraklarda 363 yazıldığını görüyoruz. Nedir bu 363?

2018 yılının kasım ayında Beşiktaş'da Kadın Cinayetleri Platformu'nun yaptığı araştırmalarda 363 kadın öldürüldü. Çok üzücü...

363;
Kadın demek,
Cinayet demek,
Yok edilen yarın demek,
Hayal demek,
Umut demek,
Acının sayısı demek,
Yasaların kağıt üzerinde kalması demek,
Sözün bitmesi demek...

2025 yılına geldiğimizde de maalesef manzara değişmedi. Kadın Cinayetleri Platformu’nun son raporlarına göre, bu yıl yine yüzlerce kadın öldürüldü; pek çoğu defalarca yardım istemesine rağmen korunamadı. Uzaklaştırma kararları kağıt üzerinde dururken, gerçek hayatta kadınlar yalnız bırakıldı. Yıllar geçiyor, yasalar değişiyor ama bir kadının “korkuyorum” dediğinde hâlâ güvende olamaması, toplum olarak hepimize yazılmış acı bir not gibi duruyor. Rakamlar her yıl değişse de gerçeğin ağırlığı hep aynı: Kadınlar hâlâ korunamıyor.

Cezalar kağıt üzerinde kaldıkça, erkek hakimler tarafından iyi hal indirimi yapılmasına uygun yasalar var oldukça ve cezalar artmadıkça Dünyaca 25 Kasım'da "Kadına Yönelik Şiddete Hayır!" demek ne kadar boş ne kadar üzücü geliyor bana...

Ben kendi adıma erkeklerden destek gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabi ki erkeklerden destek veren var ama baktığımızda bu sayı az... Bu sayının kadınlardan daha fazla olduğunu görmek bence farkındalık açısından daha dikkat çekici olacaktır.

Neler yapılabilir?
Kadının eğitimi ve çalışması desteklenmeli,
Ekonomik olarak güçsüz kadınların meslek sahibi olmaları için çalışmalar yapılmalı ve desteklenmeli,
Bu konuda toplum biliçlendirilmeli,
Şiddete maruz kalan kadınların sığınacağı ve kendini güvende hissedeceği kurumlar oluşturulmalı...



“Bir kadının yaşam hakkı tartışılamayacak kadar kutsaldır; kadınları koruyamadığımız her gün, insanlığımız biraz daha eksiliyor.”

Dünyada her şey kadının eseridir.

Gülnur

9 Kasım 2025 Pazar

GERÇEK OLMANIN BEDELİ

 GERÇEK OLMANIN BEDELİ 


Artık insanlar iyi olmaya değil, iyi görünmeye çalışıyor. Gerçeklik, süslü kelimelerin ve dijital vitrinlerin ardına gizlendi. Sadakat artık insanların sözlüğünden silinmiş gibi.Kimin ne kadar takipçisi varsa, değeri de o kadar sanılıyor. Oysa insanı tanımlayan hiçbir zaman görünürlük değil, içtenlikti.


Bir zamanlar insanlar kendini geliştirmeye, karakterini inşa etmeye çalışırdı. Bugünse çoğu, sadece iyi görünmenin peşinde. Gerçeklik, filtrelerin ve süslü sözlerin ardına gizlendi. İnsanlar artık hissetmekten çok, nasıl göründükleriyle ilgileniyorlar. Beğeni sayısı, birinin kişiliğinden daha çok değer görüyor. Görünürlük, içtenliğin önüne geçmiş durumda.


Vicdan da duygular gibi sessizleşti. İnsanlar birbirine değil, çıkarlarına sadık hale geldi. Sevgi bile bir pazarlık gibi yaşanıyor; “benimle kalırsa” diye başlayan cümleler, duygunun değil, menfaatin göstergesi oldu. Kimse seni sen olduğun için sevmiyor; çoğu, sende kendini gördüğü sürece yanında kalıyor. O aynadaki yansıma kaybolduğunda ise, gitmek en kolay yol oluyor.


Bir zamanlar insanın değeri kişiliğindeydi. Nasıl göründüğüyle değil, nasıl davrandığıyla tanınırdı. Şimdi insanlar karakteri değil, etkileşimi önemsiyor. Dürüstlük, savunmasız olmakla eşdeğer görülüyor. Vefa artık sadece eski hikâyelerde kalan bir hatıra gibi anılıyor. Bağlılık yavaş kaldı, insanlar hızın içinde sadakati unuttu. Düzgün insan bulmak zor çünkü herkes doğru görünmeye çalışıyor, ama doğru kalmayı göze alamıyor.


Kimin ne kadar takipçisi varsa o kadar değerli sanılıyor. Ama o kalabalıkların içinde birçok kişi kendi sesini bile duyamıyor. Çünkü dışarıdan parlayan hayatlar, içeride yorgunlukla dolu. Gerçek bağlar azaldı, güven kırılganlaştı ve insanlar birbirine temas etmekten korkar oldu.


Yine de hâlâ kalbiyle yaşayan insanlar var. Azlar, sessizler ama sahiciler. Gösterişsizdirler; ama birinin hayatına girdiklerinde fark edilir bir iz bırakırlar.


Ve bir gün böyle birine rastlarsan, 

onu kaybetmemek için değil, 

hak ettiğin için yanında kal.


GERÇEK KALMANIN PSİKOLOJİSİ 


İnsanın doğasında iki güçlü ihtiyaç vardır: görülmek ve anlaşılmak. Fakat çağımız insanı bu iki duyguyu birbirine karıştırdı. Artık çoğu kişi anlaşılmak yerine izlenmeyi istiyor, çünkü görülmek onaylanmak gibi hissettiriyor. Oysa bir insanın gerçekten var olabilmesi, dışarıdan aldığı alkışla değil, içinden duyduğu sesle mümkündür.


Modern hayat insana sürekli “kendini göster” diyor. Bu baskı, farkında olmadan bir kimlik yorgunluğu yaratıyor. Bir yandan “kendin ol” mesajlarıyla büyüyoruz, öte yandan “beğenilmek için değişmelisin” baskısına maruz kalıyoruz. Bu ikilem, insanın kendiyle bağını koparıyor. Ne hissettiğimizi bile tam olarak bilemiyoruz artık,çünkü hislerimizi bile dış dünyanın onayıyla ölçer olduk.


Kendimizle çelişmeye başladığımızda, duygularımızı bastırıyor, düşüncelerimizi sansürlüyoruz. Sahici olmak riskli geliyor. Gerçek duygularını gösteren bir insan, sevilmemekten ya da dışlanmaktan korkuyor. Bu korku, zamanla bir savunma mekanizmasına dönüşüyor. İnsan içten içe “maskesiz kalırsam kırılırım” diye düşündükçe, maskesini daha da sıkı takıyor.


Ama maskenin bedeli ağır. Çünkü insan kendini gizledikçe, kim olduğunu unutmaya başlıyor. Bir süre sonra “gerçek benlik” ile “görünür benlik” arasındaki fark büyüyor. Kişi, kendi içinde çelişen iki ayrı insan gibi yaşamaya başlıyor: biri dışarıya gösterdiği, diğeri içinden susturduğu. Ve bu durum, zamanla derin bir içsel yorgunluğa dönüşüyor.


Sürekli onay beklemek, insanın özsaygısını zayıflatıyor. Kendine güvenememeye başlıyor, çünkü değeri artık kendi gözünde değil, başkalarının bakışında ölçülüyor. Bu da kişiyi duygusal olarak yoran bir kısır döngüye sokuyor: ne kadar çok görünür olursa, o kadar eksik hissediyor. Ne kadar alkış alırsa, o kadar boşlukta kalıyor. Çünkü içsel huzur, dışsal beğeniden beslenmiyor.


Gerçek kalmak kolay değil, çünkü dürüstlük savunmasızlık gerektiriyor. Birçok insan için maskesiz olmak kırılganlıkla eş anlamlı. Ama asıl dayanıklılık, maskesiz kalabilme cesaretinde gizli. Kendinle barışmak, herkesin görmek istediği kişi değil, kendinle yüzleştiğin hâlini de sevebilmek demektir.


Ve belki de asıl huzur, tam burada başlıyor: Sevilmek için değil, anlamak için dinlediğinde. Beğenilmek için değil, gerçekten hissettiğinde. Birilerine görünmek için değil, kendinle temas ettiğinde.


İşte o zaman insan, kalabalıklar içinde bile sahici kalabiliyor. 🌹

5 Kasım 2025 Çarşamba

KENDİLİK KAYBI

 Kendilik Kaybı: Sessiz Bir Yaradır


Çağımızın en görünmez yarasıdır bu: kendilik kaybı. İnsanlar artık kim olduklarını değil, kim olmaları gerektiğini düşünüyor. Ve ne kadar çok rol oynarlarsa, o kadar az hissediyorlar. Bugün çoğu insan “mutlu musun?” sorusuna net cevap veremiyor. Çünkü yaşadığı hayatın kendi seçimi mi, yoksa toplumun beklentisi mi olduğundan emin değil.

Küçüklükten itibaren bize hep söylenen cümleler var:

“İyi ol.”

“Toparlan.”

“Güçlü ol.”

“Sesini çıkarma.”

“Uygun davran.”

Ve biz, sevilmek uğruna bu cümlelerin içine sığmaya çalıştık. Kırılmamayı, hayır dememeyi, duygularımızı gizlemeyi öğrendik. Zamanla içimizdeki çocuk sustu; yerine “uyumlu yetişkin” geçti. Ama o yetişkinin yüzünde hep bir yorgunluk kaldı.

Bir noktadan sonra, insan aynaya bakıyor ve düşünüyor: “Bu benim hayatım mı, yoksa bana öğretilmiş bir senaryo mu?” İşte orada, o sessizlikte, kendilik kaybının yankısı duyulur. Çünkü yıllardır birilerinin onayına göre şekillenmiş bir “benlik”, kendi sesini duyduğunda yabancıdır.

Aslında mesele, güçlü olamamak değil. Mesele, güçlü görünmek adına kendini inkâr etmektir. Toplum “başarılı ol” derken, kimse “mutlu musun?” diye sormaz. Kariyerin, statün, ilişkilerin arasında bir an durduğunda, içinden bir ses yükselir: “Ben neredeyim?” O an korkutucudur. Çünkü o sorunun cevabını vermek, maskeleri düşürmek demektir. Oysa hepimiz, maskelerimizin içinde daha güvende hissederiz. Çünkü orada kimse bizi gerçekten tanımaz. Tanırsa, belki de sevmez diye korkarız.

Ama kendilik kaybının iyileşme yolu da tam oradan geçer: Kendine dönmekten. Kendine yeniden dokunmaktan. Kendini “başkalarının gözünden” değil, “kendi kalbinden” görmeyi öğrenmekten.

Çünkü kendine dönüş; sadece bir duygusal farkındalık değil, bir psikolojik çözülme ve felsefi yeniden doğuştur. Kendilik kaybı bir anda olmaz. Sessizce başlar.

Çocukken duyduğun bir cümleyle...

“Sus, ayıp.”

“Duygusal olma.”

“Böyle davranırsan kimse seni sevmez.”

Sonra büyürsün. Ve fark etmeden şu cümleyi içselleştirirsin: “Ben olduğum gibi yeterli değilim.”

Psikolojik olarak, insan zamanla kendini olduğu gibi değil; başkalarının beklentilerine göre değerli hissetmeye başlar. Bir süre işe yarar. Uyum sağlar, takdir toplar, kabul görürsün. Ama içeride bir yer sessizce yıpranır. Çünkü ruh, kendini terk etmeyi affetmez.

Ve sonra gün gelir... İçinde tanımlayamadığın bir boşluk büyür. Mutluluk dediğin şey bile yüzeyde kalır; çünkü doyum, kim olduğundan gelir, ne yaptığından değil.

İşte o anda insan şu soruyla karşılaşır:

“Ben kimim?”

Bu soru bir tehdit değil; bir çağrıdır.

Kendi varlığına bir dönüş daveti.

Ve o anda anlarsın: Gerçek özgürlük; zincirleri kırmak değil, kendi sesini duymaya cesaret etmektir. Toplum seslidir. Kendi sesin ise fısıltıyla başlar. Kulak vermek sabır ister. Çünkü o ses sadece gerçeği söyler:

“Seni kim olmaya zorladılar?”

“Ve sen kim olmak istiyorsun?”

Farkındalık işte tam buradan doğar. Psikoloji zihni uyandırır, felsefe ruhu. Ve insan ilk kez, rol değil varlık olmaya yakışır. Kendine dönüş sancılıdır, ama insanın yeniden dünyaya gelişi de öyledir.

Belki de mesele hep şuydu: Güçlü görünmek değil, gerçek olmak. Ve gerçek bazen kırılır, bazen susar, bazen yeniden kurulur. Ama hep kendidir.


Kendine dönmek bir varış değil, yolda kalma cesaretidir.