25 Kasım 2025 Salı

25 Kasım

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü

Dominik Cumhuriyetinde 25 Kasım 1960 yılında 3 kız kardeşin tecavüz edilerek vahşice öldürülmesi tüm Dünya'da yankı uyandırdı. Bu olaydan sonra kadına şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacı ile 1999 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 25 Kasım'ı "Kadına Şiddete Karşı Mücadele Günü" ilan etti. Her yıl Dünya'da ve ülkemizde kutlanıyor. Kadına Şiddete Karşı yasalar neredeyse tüm Dünya'da ve ülkemizde sadece kağıt üzerinde kalmaya devam etmekte.

Dünya Sağlık Örgütü istatistiklerine göre, dünyadaki üç kadından biri ya fiziksel ya da cinsel saldırıyla ve tacizle en az bir kere karşı karşıya kalıyor. Kültür seviyesi düşen ülkelerde bu durumu adli makamlara bildirmek gittikçe azalmakta...

2017 yılında erkekler tarafından 409 kadın öldürüldü, 387 çocuk istismar edildi, 332 kadın cinsel saldırıya uğradı. Uzaklaştırma kararı olmasına rağmen eşi tarafından birçok kadın öldürüldü.

Bazı ağaçlarda ve duraklarda 363 yazıldığını görüyoruz. Nedir bu 363?

2018 yılının kasım ayında Beşiktaş'da Kadın Cinayetleri Platformu'nun yaptığı araştırmalarda 363 kadın öldürüldü. Çok üzücü...

363;
Kadın demek,
Cinayet demek,
Yok edilen yarın demek,
Hayal demek,
Umut demek,
Acının sayısı demek,
Yasaların kağıt üzerinde kalması demek,
Sözün bitmesi demek...

2025 yılına geldiğimizde de maalesef manzara değişmedi. Kadın Cinayetleri Platformu’nun son raporlarına göre, bu yıl yine yüzlerce kadın öldürüldü; pek çoğu defalarca yardım istemesine rağmen korunamadı. Uzaklaştırma kararları kağıt üzerinde dururken, gerçek hayatta kadınlar yalnız bırakıldı. Yıllar geçiyor, yasalar değişiyor ama bir kadının “korkuyorum” dediğinde hâlâ güvende olamaması, toplum olarak hepimize yazılmış acı bir not gibi duruyor. Rakamlar her yıl değişse de gerçeğin ağırlığı hep aynı: Kadınlar hâlâ korunamıyor.

Cezalar kağıt üzerinde kaldıkça, erkek hakimler tarafından iyi hal indirimi yapılmasına uygun yasalar var oldukça ve cezalar artmadıkça Dünyaca 25 Kasım'da "Kadına Yönelik Şiddete Hayır!" demek ne kadar boş ne kadar üzücü geliyor bana...

Ben kendi adıma erkeklerden destek gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabi ki erkeklerden destek veren var ama baktığımızda bu sayı az... Bu sayının kadınlardan daha fazla olduğunu görmek bence farkındalık açısından daha dikkat çekici olacaktır.

Neler yapılabilir?
Kadının eğitimi ve çalışması desteklenmeli,
Ekonomik olarak güçsüz kadınların meslek sahibi olmaları için çalışmalar yapılmalı ve desteklenmeli,
Bu konuda toplum biliçlendirilmeli,
Şiddete maruz kalan kadınların sığınacağı ve kendini güvende hissedeceği kurumlar oluşturulmalı...



“Bir kadının yaşam hakkı tartışılamayacak kadar kutsaldır; kadınları koruyamadığımız her gün, insanlığımız biraz daha eksiliyor.”

Dünyada her şey kadının eseridir.

Gülnur

9 Kasım 2025 Pazar

GERÇEK OLMANIN BEDELİ

 GERÇEK OLMANIN BEDELİ 


Artık insanlar iyi olmaya değil, iyi görünmeye çalışıyor. Gerçeklik, süslü kelimelerin ve dijital vitrinlerin ardına gizlendi. Sadakat artık insanların sözlüğünden silinmiş gibi.Kimin ne kadar takipçisi varsa, değeri de o kadar sanılıyor. Oysa insanı tanımlayan hiçbir zaman görünürlük değil, içtenlikti.


Bir zamanlar insanlar kendini geliştirmeye, karakterini inşa etmeye çalışırdı. Bugünse çoğu, sadece iyi görünmenin peşinde. Gerçeklik, filtrelerin ve süslü sözlerin ardına gizlendi. İnsanlar artık hissetmekten çok, nasıl göründükleriyle ilgileniyorlar. Beğeni sayısı, birinin kişiliğinden daha çok değer görüyor. Görünürlük, içtenliğin önüne geçmiş durumda.


Vicdan da duygular gibi sessizleşti. İnsanlar birbirine değil, çıkarlarına sadık hale geldi. Sevgi bile bir pazarlık gibi yaşanıyor; “benimle kalırsa” diye başlayan cümleler, duygunun değil, menfaatin göstergesi oldu. Kimse seni sen olduğun için sevmiyor; çoğu, sende kendini gördüğü sürece yanında kalıyor. O aynadaki yansıma kaybolduğunda ise, gitmek en kolay yol oluyor.


Bir zamanlar insanın değeri kişiliğindeydi. Nasıl göründüğüyle değil, nasıl davrandığıyla tanınırdı. Şimdi insanlar karakteri değil, etkileşimi önemsiyor. Dürüstlük, savunmasız olmakla eşdeğer görülüyor. Vefa artık sadece eski hikâyelerde kalan bir hatıra gibi anılıyor. Bağlılık yavaş kaldı, insanlar hızın içinde sadakati unuttu. Düzgün insan bulmak zor çünkü herkes doğru görünmeye çalışıyor, ama doğru kalmayı göze alamıyor.


Kimin ne kadar takipçisi varsa o kadar değerli sanılıyor. Ama o kalabalıkların içinde birçok kişi kendi sesini bile duyamıyor. Çünkü dışarıdan parlayan hayatlar, içeride yorgunlukla dolu. Gerçek bağlar azaldı, güven kırılganlaştı ve insanlar birbirine temas etmekten korkar oldu.


Yine de hâlâ kalbiyle yaşayan insanlar var. Azlar, sessizler ama sahiciler. Gösterişsizdirler; ama birinin hayatına girdiklerinde fark edilir bir iz bırakırlar.


Ve bir gün böyle birine rastlarsan, 

onu kaybetmemek için değil, 

hak ettiğin için yanında kal.


GERÇEK KALMANIN PSİKOLOJİSİ 


İnsanın doğasında iki güçlü ihtiyaç vardır: görülmek ve anlaşılmak. Fakat çağımız insanı bu iki duyguyu birbirine karıştırdı. Artık çoğu kişi anlaşılmak yerine izlenmeyi istiyor, çünkü görülmek onaylanmak gibi hissettiriyor. Oysa bir insanın gerçekten var olabilmesi, dışarıdan aldığı alkışla değil, içinden duyduğu sesle mümkündür.


Modern hayat insana sürekli “kendini göster” diyor. Bu baskı, farkında olmadan bir kimlik yorgunluğu yaratıyor. Bir yandan “kendin ol” mesajlarıyla büyüyoruz, öte yandan “beğenilmek için değişmelisin” baskısına maruz kalıyoruz. Bu ikilem, insanın kendiyle bağını koparıyor. Ne hissettiğimizi bile tam olarak bilemiyoruz artık,çünkü hislerimizi bile dış dünyanın onayıyla ölçer olduk.


Kendimizle çelişmeye başladığımızda, duygularımızı bastırıyor, düşüncelerimizi sansürlüyoruz. Sahici olmak riskli geliyor. Gerçek duygularını gösteren bir insan, sevilmemekten ya da dışlanmaktan korkuyor. Bu korku, zamanla bir savunma mekanizmasına dönüşüyor. İnsan içten içe “maskesiz kalırsam kırılırım” diye düşündükçe, maskesini daha da sıkı takıyor.


Ama maskenin bedeli ağır. Çünkü insan kendini gizledikçe, kim olduğunu unutmaya başlıyor. Bir süre sonra “gerçek benlik” ile “görünür benlik” arasındaki fark büyüyor. Kişi, kendi içinde çelişen iki ayrı insan gibi yaşamaya başlıyor: biri dışarıya gösterdiği, diğeri içinden susturduğu. Ve bu durum, zamanla derin bir içsel yorgunluğa dönüşüyor.


Sürekli onay beklemek, insanın özsaygısını zayıflatıyor. Kendine güvenememeye başlıyor, çünkü değeri artık kendi gözünde değil, başkalarının bakışında ölçülüyor. Bu da kişiyi duygusal olarak yoran bir kısır döngüye sokuyor: ne kadar çok görünür olursa, o kadar eksik hissediyor. Ne kadar alkış alırsa, o kadar boşlukta kalıyor. Çünkü içsel huzur, dışsal beğeniden beslenmiyor.


Gerçek kalmak kolay değil, çünkü dürüstlük savunmasızlık gerektiriyor. Birçok insan için maskesiz olmak kırılganlıkla eş anlamlı. Ama asıl dayanıklılık, maskesiz kalabilme cesaretinde gizli. Kendinle barışmak, herkesin görmek istediği kişi değil, kendinle yüzleştiğin hâlini de sevebilmek demektir.


Ve belki de asıl huzur, tam burada başlıyor: Sevilmek için değil, anlamak için dinlediğinde. Beğenilmek için değil, gerçekten hissettiğinde. Birilerine görünmek için değil, kendinle temas ettiğinde.


İşte o zaman insan, kalabalıklar içinde bile sahici kalabiliyor. 🌹

5 Kasım 2025 Çarşamba

KENDİLİK KAYBI

 Kendilik Kaybı: Sessiz Bir Yaradır


Çağımızın en görünmez yarasıdır bu: kendilik kaybı. İnsanlar artık kim olduklarını değil, kim olmaları gerektiğini düşünüyor. Ve ne kadar çok rol oynarlarsa, o kadar az hissediyorlar. Bugün çoğu insan “mutlu musun?” sorusuna net cevap veremiyor. Çünkü yaşadığı hayatın kendi seçimi mi, yoksa toplumun beklentisi mi olduğundan emin değil.

Küçüklükten itibaren bize hep söylenen cümleler var:

“İyi ol.”

“Toparlan.”

“Güçlü ol.”

“Sesini çıkarma.”

“Uygun davran.”

Ve biz, sevilmek uğruna bu cümlelerin içine sığmaya çalıştık. Kırılmamayı, hayır dememeyi, duygularımızı gizlemeyi öğrendik. Zamanla içimizdeki çocuk sustu; yerine “uyumlu yetişkin” geçti. Ama o yetişkinin yüzünde hep bir yorgunluk kaldı.

Bir noktadan sonra, insan aynaya bakıyor ve düşünüyor: “Bu benim hayatım mı, yoksa bana öğretilmiş bir senaryo mu?” İşte orada, o sessizlikte, kendilik kaybının yankısı duyulur. Çünkü yıllardır birilerinin onayına göre şekillenmiş bir “benlik”, kendi sesini duyduğunda yabancıdır.

Aslında mesele, güçlü olamamak değil. Mesele, güçlü görünmek adına kendini inkâr etmektir. Toplum “başarılı ol” derken, kimse “mutlu musun?” diye sormaz. Kariyerin, statün, ilişkilerin arasında bir an durduğunda, içinden bir ses yükselir: “Ben neredeyim?” O an korkutucudur. Çünkü o sorunun cevabını vermek, maskeleri düşürmek demektir. Oysa hepimiz, maskelerimizin içinde daha güvende hissederiz. Çünkü orada kimse bizi gerçekten tanımaz. Tanırsa, belki de sevmez diye korkarız.

Ama kendilik kaybının iyileşme yolu da tam oradan geçer: Kendine dönmekten. Kendine yeniden dokunmaktan. Kendini “başkalarının gözünden” değil, “kendi kalbinden” görmeyi öğrenmekten.

Çünkü kendine dönüş; sadece bir duygusal farkındalık değil, bir psikolojik çözülme ve felsefi yeniden doğuştur. Kendilik kaybı bir anda olmaz. Sessizce başlar.

Çocukken duyduğun bir cümleyle...

“Sus, ayıp.”

“Duygusal olma.”

“Böyle davranırsan kimse seni sevmez.”

Sonra büyürsün. Ve fark etmeden şu cümleyi içselleştirirsin: “Ben olduğum gibi yeterli değilim.”

Psikolojik olarak, insan zamanla kendini olduğu gibi değil; başkalarının beklentilerine göre değerli hissetmeye başlar. Bir süre işe yarar. Uyum sağlar, takdir toplar, kabul görürsün. Ama içeride bir yer sessizce yıpranır. Çünkü ruh, kendini terk etmeyi affetmez.

Ve sonra gün gelir... İçinde tanımlayamadığın bir boşluk büyür. Mutluluk dediğin şey bile yüzeyde kalır; çünkü doyum, kim olduğundan gelir, ne yaptığından değil.

İşte o anda insan şu soruyla karşılaşır:

“Ben kimim?”

Bu soru bir tehdit değil; bir çağrıdır.

Kendi varlığına bir dönüş daveti.

Ve o anda anlarsın: Gerçek özgürlük; zincirleri kırmak değil, kendi sesini duymaya cesaret etmektir. Toplum seslidir. Kendi sesin ise fısıltıyla başlar. Kulak vermek sabır ister. Çünkü o ses sadece gerçeği söyler:

“Seni kim olmaya zorladılar?”

“Ve sen kim olmak istiyorsun?”

Farkındalık işte tam buradan doğar. Psikoloji zihni uyandırır, felsefe ruhu. Ve insan ilk kez, rol değil varlık olmaya yakışır. Kendine dönüş sancılıdır, ama insanın yeniden dünyaya gelişi de öyledir.

Belki de mesele hep şuydu: Güçlü görünmek değil, gerçek olmak. Ve gerçek bazen kırılır, bazen susar, bazen yeniden kurulur. Ama hep kendidir.


Kendine dönmek bir varış değil, yolda kalma cesaretidir.

28 Ekim 2025 Salı

CUMHURİYET

 🇹🇷 Cumhuriyet: Kadının Adı, Varoluşun Sesi


Cumhuriyet, yalnızca bir tarih değil, bir uyanıştır.

Küllerinden doğan bir halkın, kendi sesini bulma hikâyesidir.

Ve o sesin içinde, en güçlü yankı hep kadının sesidir.


Yıllarca susturulmuş, yok sayılmış, geri bırakılmış kadın bir gün bir ses duydu:


 “Ey kahraman Türk kadını!

Sen yerde sürüklenmeye değil,

omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.”


O gün yalnızca bir millet değil, kadının varlığı da yeniden doğdu.

Cumhuriyet, kadına yalnızca haklar vermedi; duruş, kimlik ve ışık verdi.

Kadın artık eğilmeden konuşmayı,

susmadan yürümeyi,

varlığını saklamadan yaşamayı öğrendi.


Çünkü Cumhuriyet, “izin” değil, yer verdi kadına.

O yer, evin gölgesinde değil;

hayatın tam ortasında, aydınlığın kalbindeydi.


Cumhuriyet kadını artık bilir:

Susmak kader değil, konuşmak haktır.

Kapanmak değil, görünmek özgürlüktür.

Boyun eğmek değil, dik durmaktır Cumhuriyet.


Nene Hatun’un cesaretiyle, Şerife Bacı’nın direnişiyle,

bu toprakların kalbine kazınan kadınlar yalnızca geçmişin kahramanı değil,

bugünün nefesi, yarının ışığıdır.


Bugün bir kadın başını kaldırıp “Ben varım” diyebiliyorsa,

bu Cumhuriyet’in en büyük zaferidir.

Çünkü Cumhuriyet sadece bir rejim değil,

bir kadının kendi kaderini eline alabilmesinin adıdır.


Cumhuriyet kolay kazanılmadı;

ama biz kadınlar, onu her gün yeniden yaşatıyoruz.


🇹🇷 Yaşasın Cumhuriyet.

Yaşasın kadınlar.

Yaşasın özgürlük.


💬 Bu yazı, Cumhuriyet’in ışığında yürüyen tüm kadınlara ithaf edilmiştir.

Gülnur 🌹 

27 Ekim 2025 Pazartesi

SAHTE BAĞLILIK

 Aldatmanın Ardındaki Sahte Bağlılık

“Aldatma, suçluluk ve sahte sevgi arasında sıkışmış ilişkilerin sessiz hikâyesi...”


Bu yazı kişisel bir hikâye değil.

Ama çevremde gördüğüm, tanık olduğum bazı kadınların yaşadıkları üzerine düşündükçe ortaya çıktı.

Çünkü bazen insanlar sevgiyi karıştırıyorlar;

alışkanlığı, ilgiyi, egoyu ya da vicdanı “sevgi” sanıyorlar.

Ve en çok da bu karışıklığın içinde kaybolan kadınlar oluyor.

Ben sadece bu duruma dışarıdan bakan biri olarak,

neden bazı erkeklerin aldatmalarından sonra bile evdeki kadına bağlıymış gibi davrandıklarını anlamaya çalıştım.


Gerçek sevgi iki kişiye bölünmez.

Bir insan iki kişiyi birden sevdiğini sanabilir,

ama aslında biri kalbine, diğeri eksikliğine dokunuyordur.

Bu yüzden “ikisini de kaybetmek istememek” çoğu zaman sevgiden değil,

içsel boşluğu kaybetme korkusundan kaynaklanır.

Gerçek sevgi, aynı anda iki yöne akmaz.

Birine gerçekten kalpten bağlıysan, diğerine yer kalmaz.


Aldatan bir adam genellikle evdeki kadına daha fazla ilgi göstermeye başlar.

Çünkü kendini en güvende hissettiği, sorgulanmadan kabul gördüğü yer orasıdır.

O ev, onun sığınağıdır; yaptığı yanlışı unutabildiği, vicdanını susturabildiği alandır.

Bu yüzden oradaki bağlılık, çoğu zaman sevginin değil; vicdan, korku ve alışkanlığın karışımıdır.


Gerçekten seven biri aldatmaz.

Aldatıp hâlâ sevdiğini söyleyen birinin duygusu tutarsız ve ben-merkezlidir.

Bu yüzden “aldatmanın içindeki bağlılık” sevgiyle karıştırılmamalıdır;

çünkü o bağlılık, suçlulukla beslenen bir zorunluluktur.


Aldatmadan önce ilişkide tartışmalar, kırgınlıklar, uzaklaşmalar olabilir.

Ama aldatmadan sonra, tuhaf bir şekilde her şey birden “yoluna girmiş” gibi görünür.

Çünkü adam suçluluk duygusuyla hareket eder;

daha yumuşak, daha ilgili, daha anlayışlı davranır.

Kadınsa aldatıldığının farkında değildir,

sadece uzun süredir beklediği ilgiyi nihayet görmenin huzuruna kapılır.

Oysa bu, sevginin geri dönüşü değil; vicdanın geçici sessizliğidir.

Ve hiçbir suçluluk duygusu, bir ihaneti temize çıkaramaz.


Aslında çoğu adam, evini ve ailesini sever.

Fakat bir süre sonra, eşinde bulamadığı duygusal yakınlığı, ilgiyi ya da anlaşılmayı dışarıda aramaya başlar.

Evliliğin içinde kalan eksik yanları, başka biriyle tamamladığını sanır.

Dışarıdaki kadın, o eksik parçaları geçici olarak doldurduğu için,

adam kendini daha huzurlu, daha anlaşılmış hisseder.

Bu da bir süreliğine evdeki ilişkisini bile “düzeltmiş” gibi gösterir.

Oysa bu, sevginin değil; eksikliğin geçici tatminiyle kurulan sahte bir dengedir.


Dışarıdaki kadın ise çoğu zaman bunun farkında değildir.

Onunla yaşanan şeyin gerçek bir sevgi olduğunu sanır,

oysa adam orada sadece kendi eksik duygularını tamamlıyordur.

Kaybettiği heyecanı, ilgiyi ya da beğenilme hissini yeniden bulduğunu zanneder.

Ama aslında sevdiği kişi kadın değil, kendini yeniden önemli hissettiren hâlidir.


Kadınlara bir kez daha seslenmek isterim…

Kimsenin doktoru değilsiniz.

Bir erkeğin evliliğindeki eksik yanlarını tedavi etmeye çalışmayın.

Çünkü bazen siz o eksikleri onardıkça, o da kendi yarım kalmışlığını sürdürür.

Hatta belki de evdeki huzuru, sizin varlığınızla sağlamış olur.

Siz onun ilişkisini ayakta tutan “denge” değil, kendi yolunuzu aydınlatan “gerçek” olun.


Ve en önemlisi…

Zaman, insanın en değerli hazinesidir.

Onu sonu belirsiz, ruhu tüketen ilişkilerle harcamamak gerekir.

Bir gün “çok pişmanım böyle bir ilişki yaşadım” dememek için,

kendini kandıran değil, kendini koruyan kadın olun.

Çünkü hiçbir ilişki, bir kadının kendine olan değerinden daha kutsal değildir.


👉Kadınlara bir şey hatırlatmak isterim…

Bir erkeğin eksikliğini tamamlamak, sizin göreviniz değil.

Gerçek kadın, sevilmediği yerde kalmaz.

Çünkü kalmak, sevgi değil, kendini unutmaktır.


Gülnur 🌹

20 Ekim 2025 Pazartesi

KENDİNİ BULMAK BIRAKMAK DEĞİL, AŞMAKTIR

Kendini Bulmak Bırakmak Değil, Aşmaktır


İnsan, büyürken ona verilen kimlikleri, aidiyetleri ve inançları “kendi özü” sanır. Oysa bunlar yalnızca birer başlangıç noktasıdır. Bizim yolculuğumuz, o kimliklerin içinde sıkışıp kalmak için değil; onları aşarak kendi anlamımızı yaratmak için vardır.


Kimlik, aidiyet, inanç gibi şeyler doğduğumuz anda bize hazır olarak sunulur. Nerede doğduğumuz, hangi ailede büyüdüğümüz, nasıl bir kültür içinde yetiştiğimiz… Bunların hiçbiri bizim seçimimiz değildir. Ancak bir noktadan sonra bu etiketlerin bizi tanımlamasına izin verip vermemek tamamen bize bağlıdır.


Bu noktada insanın önünde yeni bir sorgu belirir:

Bizi dünyaya hiçbir etiketle göndermeyen bir “büyük güç” olduğuna inanıyorsak, o hâlde sonradan sahip olduğumuz bu kimliklerin bizi tanımlamasına neden izin veriyoruz? Belki de mesele bu kimlikleri inkâr etmek değil; onların bizi sınırlamasına, yolumuzu çizmesine izin vermemektir.


“Etiketleri bırakmak” derken sadece reddetmekten söz etmiyoruz bu bazen tepkiyle yapılan bir kaçış olabilir. Ama “aşmak”, onları anlayıp içselleştirdikten sonra sınırlarını geçmek anlamına gelir.

Yani mesele, “Ben şu kimliğe aitim” demek değil; “Ben bunların ötesinde kimim?” sorusuna cevap aramaktır.


Başlangıçta verilen bu kimlikler, aidiyetler ve inançlar tıpkı yürümeyi öğrenene kadar uzanılan bir destek gibidir. Yere sağlam basmayı öğrendikten sonra hâlâ onlara tutunuyorsak, artık bizi ileri taşımaktan çok, geride tutan bir yük hâline gelirler.

Gerçek özgürlük, o desteğe ihtiyaç duymadan da yürüyebildiğini fark ettiğin anda başlar.


Ve işte asıl mesele de tam burada başlar:

Kimliksizleşmek, yalnızca etiketleri bırakmak değil; onların sağladığı güveni, aitlik hissini ve onay ihtiyacını da geride bırakabilmeyi göze almaktır. Mesele “onlara sahip olmamak” değil; onlara mecbur olmadan da yürüyebilmeyi öğrenmektir.


En değerli şey, hayat yolculuğunun yönünü ve amacını bilmektir. Nereden geldiğin değil, nereye gittiğin önemlidir.

Eğer artık kendi ayakların üzerinde yürüyebiliyorsan, odağın “etiketler” değil, “hedef” olmalıdır.


Ve belki de kendi kimliğini bulmak, onları bırakmak değil, hepsini anlayıp aşarak daha geniş bir anlam inşa etmektir. Çünkü gerçek benlik, sana verilen etiketlerin ötesinde başlar.


✍️ Kendi Notum

Bu satırlar, kendi kimliğimi, aidiyetlerimi ve varoluşumu anlamaya çalışırken öğrendiklerimin, sorguladıklarımın ve hâlâ aradıklarımın bir yansımasıdır. 

Gülnur 🌹


19 Ekim 2025 Pazar

Seni seviyorum demenin başka yolu olabilir mi?

 

“Seni Seviyorum” Demenin Başka Yolu Olabilir mi?

Bazen “seni seviyorum” dediğimizde bile fark etmeden bir benlik taşırız içinde.
Sanki o söz, “Ben öyle bir varlığım ki seni sevebiliyorum” alt anlamını barındırır.
Oysa sevgi, bir üstünlük ilanı değildir; iki ruhun yan yana, eşit ve özgür biçimde var olabilmesinin dilidir.
Belki de gerçek sevgi, hükmetmenin değil birlikte var olmanın; sahip olmanın değil anlamaya çalışmanın yoludur.

Çoğu zaman o cümle, iki kişilik bir bağ kurmaktan çok, tek taraflı bir beyan gibi yankılanır.
Belki de sevgi, “sahip olduğumu göstermek” için değil; “birlikte var olmayı hatırlatmak” için söylenmelidir.
Çünkü gerçek sevgi, “ben”in değil “biz”in dilini konuşur; hükmetmenin değil, aynı yolda yürüyebilmenin ifadesidir.

Ve belki de asıl soru tam da burada başlar:
Sevgi gerçekten sadece “Seni seviyorum” demekle mi anlatılır?
Yoksa sevmenin başka yolları da var mıdır?

Gerçek sevgi bazen sabır göstermekle ve anlamaya çalışmakla başlar.
Bazen de onun için bir şeyden vazgeçmeyi seçmekle.
Bazen kelimelerle değil, varlığınla güven vermekle.
Ve çoğu zaman, bırakıp gitmek yerine en zor anda bile orada kalmakla anlam bulur.

Çünkü sevgi, yalnızca bir duygu değil; bir emek, bir seçim, bir eylemdir.
Ve o eylem, çoğu zaman kelimelerden daha yüksek sesle konuşur.
Belki de en derin “seni seviyorum”, hiç söylenmemiş ama her davranışta hissedilmiş olandır.

Gülnur Eskici 🌹

👉 Bu yazı, @murattali_m bir paylaşımından ilham alınarak, kendi düşüncelerimle harmanlanarak kaleme alınmıştır.

11 Ekim 2025 Cumartesi

Bir Kız Çocuğunun Dünyası


🌸 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü için...


Kız Çocuklarının Karşılaştığı Zorluklar


Kız çocukları, dünyaya gözlerini açtıkları andan itibaren farkında bile olmadan cinsiyetlerinin yükünü taşımaya başlar.

Toplum onlara nasıl gülmeleri gerektiğini, hangi rengi sevmeleri, nasıl yürümeleri, neyi isteyip neyi isteyemeyeceklerini fısıldar.

Oysa bir çocuk önce çocuk olmalıdır; ne etek boyuyla, ne ses tonuyla, ne de davranışlarıyla yargılanmadan…


Bir kız çocuğu; özgür olmalı, istediğini okuyabilmeli, gülebilmeli, hayal kurabilmeli.

Ama hâlâ dünyanın birçok yerinde kız çocukları şiddet, istismar, erken yaşta evlilik ve eğitim hakkından mahrum bırakılma gibi sorunlarla karşı karşıya.

Ve hâlâ bazı yetişkinler, “çocuğun rızası vardı” diyerek vicdanlarını temize çekmeye çalışıyor.

Ama unutmayalım:


Bir çocuk asla rıza gösteremez. Çünkü çocukluğun rızası olmaz.


 Eşitsizlik ve Özgüven

Bir kız çocuğu çoğu zaman, doğduğu andan itibaren sınırlarla tanışır.

Erkek çocuk “yapabilir” denirken, ona “yapma” denir.

Toplumun kalıpları küçük yaşta başlar; “kız kısmı yüksek sesle gülmez,” “kız çocuğu gece dışarı çıkmaz,” “kız dediğin uslu olur.”

Oysa bir çocuğun cinsiyeti, hayallerinin önüne duvar örmemelidir.

Kız çocuklarının özgüvenini törpüleyen bu sesler, onların kendi değerini sorgulamasına neden olur.

Bir süre sonra, ne kadar zeki, yaratıcı veya yetenekli olursa olsun, iç sesi hep “yapabilir miyim?” diye sorar.

Oysa bir kız çocuğu “yapabilir miyim?” diye değil, “nasıl yaparım?” diye düşünebilmelidir.


Gerçek eşitlik, yalnızca okul sıralarında değil, evde kurulan cümlelerde başlar.

“Sen de yapabilirsin.”

“Senin fikrin önemli.”

“Sen değerlisin.”

İşte bu cümleler, bir kız çocuğunun içindeki özgüveni filizlendiren sihirli kelimelerdir.



Annelerin Rolü ve Güçlü Bireyler Yetiştirmek


Bir kız çocuğuna verilecek en değerli miras, özgüvendir.

Ona “korkma”, “susma”, “utanma” demek değil; “kendin ol” diyebilmektir.

Bu noktada en büyük görev, hiç şüphesiz annelere düşer.

Çünkü bir kız çocuğu, güçlü bir kadını izleyerek büyür.


Annenin kendine güvenen bir birey olması, çocuğuna da sessiz bir örnek olur.

Kızına “yapamazsın” demek yerine, “birlikte deneriz” diyebilmek,

onun dünyasında sınırları değil, yolları genişletir.


Gerçek koruma;

ona doğruyu öğreterek, güvenli alanı sevgiyle kurmakla başlar.

Kız çocuklarının ayakları yere sağlam basmalı,

kendi kararlarını verebilmeli, kendi sesini duyurabilmelidir.

Ve en önemlisi, her çocuk gibi, sevildiğini bilmelidir.

Sevgiyle büyüyen bir kız çocuğu, özgüvenle yürür.

Özgüvenle yürüyen bir kız çocuğu, dünyayı değiştirir. 


Sosyal Medya ve Değer Bilinci


Günümüzde bir kız çocuğunun elindeki telefon, bazen kalemi kadar güçlü bir araç.

Ama aynı zamanda, yanlış yönlendirildiğinde büyük bir risk de taşıyor.

Çünkü artık sokaklar kadar ekranlar da tehlikeli.

Birçok çocuk, kendi değerini sosyal medyada aldığı “beğeni sayısı” ile ölçüyor;

kendi kimliğini, paylaştığı fotoğraflarla tanımlıyor.

Oysa güzellik, filtrelerde değil; doğallıkta, karakterde, içtenliktedir.

Bir kız çocuğu görünür olmak ister ama önemli olan, nasıl göründüğünü bilmesidir.

Kendi sınırlarını çizebilmeyi, mahremiyetin değerini öğrenmelidir.

Çünkü dijital dünyada paylaşılan her şeyin bir izi kalır 

ve bazen o iz, bir çocuğun hayatına geri dönüp zarar verebilir.

Anne-babalara düşen görev, sosyal medyayı yasaklamak değil;

doğru kullanmayı öğretmektir.

Ne paylaştığını, kiminle konuştuğunu, neden bu kadar onay aradığını anlamak gerekir.

Bir kız çocuğuna “kendini değerli hissetmek için görünür olman gerekmiyor” diyebilmek, onun özsaygısını korumanın en güçlü yoludur.


Unutmayalım:

Kız çocuklarını korumak yalnızca sokakta değil, ekranda da başlar. 🌸


✍️

Gülnur 🌹 

4 Ekim 2025 Cumartesi

SESSİZ BİR TUTSAKLIK..

 Dün Şahit Olduğum Bir Kadının Hikâyesi: Sessiz Bir Tutsaklık

Bazı hikâyeler vardır; insana ait bütün duyguları aynı anda hissettirir: üzüntü, sızı, çaresizlik… Dün böyle bir hikâyeye tanık oldum ve sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Kalbi kırılmış bir kadının gözyaşlarını izledim. Ve biliyorum ki bu, yalnızca bir kişinin değil; pek çok kadının sessizce yaşadığı bir hikâye.

Onu pusula sandın; yönünü onunla bulabileceğini düşündün. Oysa farkında olmadan kendi yolunu kaybettin. Çünkü o seni değil, gizli kaçışlarını sevdi. Gerçekten sevseydi yanında olurdu. Sevdiği şey sen değil; arkasına saklandığı heyecandı.

Oysa bu hikâye baştan beri gizli kalmaya yazgılıydı; bir tarafı eksik, bir tarafı saklıydı. Zamanla, onun evliliğinde boşlukta kalan yanlarını sen tamamladın. O ise alıştığı düzenin güveninden hiç vazgeçmedi. Yanında olmayan bir adam hayatında gerçek bir yer edemez. Eğer seni bir gün bile sahiplenmeye cesaret etmiyorsa, orası senin yerin değil; askıya alınmış bir bekleyiştir.

Onun kıskançlığını sevgi sandın. Ama aslında kıskandığı seni kaybetmek değil; seninle dolan boşluğu yitirme ihtimaliydi. Bu sevgi değil; elinden kayıp gitmesinden korktuğu bir alışkanlıktı. Ve sen, bunu aşk diye adlandırdın.

Seni en çok yoran, onun tereddütleriydi. Ne tamamen seninle oldu, ne de sensiz kaldı; hep ortada bıraktı. Sen bu belirsizliği sevgiyle karıştırdın. Oysa gerçek sevgi netlik ister. Kararsızlığın gölgesinde değil; açık yüreklilikte büyür.

Birini terk edecek gücü olmayan ama iki kişiyi birden kaybetmekten korkan bir adam… Eşine “seni seviyorum” derken, sana “çocuklarım için beraberiz” cümlesinin ardına sığındı. Aslında yaptığı, güvende hissettiği alanı korumak ve kendine sarsılmaz bir konfor sağlamaktı. Bu sevgi değil; alışılmış rolleri devam ettirmektir. Sen ise onun cesaretsizliğini, sevgi sanmaya başladın. Oysa unutma: gerçek sevgi cesaretle gelir.

Hafta sonları telefonuna bakıp içinden şu soruyu fısıldadın:

“Eğer beni gerçekten sevseydi, şimdi burada benimle olmaz mıydı?”

Ama yazamazsın, arayamazsın; çünkü o dünyada senin adın anılmaz. Sonra pazartesi sabahı, “günaydın aşkım” mesajı gelir; sanki hafta sonu bir tatilmiş, hafta içi yeniden iş başı yapılırmış gibi… senin duygularınsa hep ötelenmiş gibi.


👉 Oysa biliyorsun: ilişkinin ilk günlerinde hafta sonları da yanındaydı. Peki ya şimdi neden yok? Çünkü o zaman seni kazanmak zorundaydı. Sana özel olduğunu hissettirmesi gerekiyordu. Şimdi ise artık seni yanında tutabildiğine inanıyor ve huzursuzluk çıkmasın diye ailesini seçiyor. Aslında sen, onun evliliğini ayakta tutuyorsun; yaşadığı boşlukları sen kapatıyorsun. Bu yüzden konfor alanından çıkmayı hiç istemiyor.


Böyle bir ilişki, ödünç alınmış bir zaman gibidir: saatler sınırlı, sözler yarım, buluşmalar ise gizli aralıklara sıkıştırılmış kaçışlar… Sen ise çoğu kez kırıntılarla yetinirsin. Çünkü hayatının merkezinde hiç olmadın. Onunla gülersin ama görünmezsin. Onu seversin ama hayatına dâhil olamazsın. Bu aşk değil; sessiz bir esarettir.


Şunu bil: Sevgi bahaneyle değil, eylemle kanıtlanır. Eğer bir adam seni sevdiğini söyleyip sabahları başka bir kadının yanında uyanıyorsa, bu aşk değil; bencilliktir. Senin canını yakarken seni yanında tutmak sevgi değil; kendi içini rahatlatma çabasıdır.

Ve hep aynı sözler…


“Aramızda bağ kalmadı.”


“Çocuklarım için beraberiz.”


“Aslında gerçek olan sensin.”

👉Gerçek şu: O seni hayatının anlamı olarak görmüyor. Görseydi, önce o hayatı seninle paylaşılır hale getirirdi. Yapmadı. Ve sen onun kurduğu cümlelerle avunurken, aslında hep yarıda bırakıldın.Bunun yerine, sana sadece süslü sözlerle geçici bir bağlılık hissi sundu; adı var, kendisi olmayan bir “biz” duygusu.

Belki ilişkiniz bitmedi ama senin için çok şey bitti. Ayrılmadınız; ama o seni çoktan yalnız bıraktı.

Affetmeyi öyle çok denedin ki, artık affetmek bile seni yıprattı. Her seferinde “bu son” dedin, ama sonunda ne ona güvenin kaldı ne de kendine. Özel günlerinde yanındaki boş sandalye, bu gerçeği hep yüzüne söyledi.Onunsa “sabret” deyişi, senin acını değil; kendi huzurunu korumak içindi. Sen bekledikçe o rahatladı, sen sustukça o kazandığını sandı.

Bir evli adamın sevgisi, ister istemez yarım kalır. Çünkü hayatının bütünü sana ait değildir. Sen onun hayatında sadece boşlukları dolduran saklı bir köşesin. O ailesiyle tatil yaparken, doğum günlerini kutlarken, sabah kahvaltısında karısıyla yan yanayken… sen hep kenarda kaldın.


Kadınlara Bir Hatırlatma

Bu dünyada kadın olmak çoğu zaman zordur; bazen susmak zorunda kalmaktır, bazen de yok sayılmaktır. Ama unutma: biz sadece bir kadın değiliz, her gün yeniden doğan bir gücün adıyız. Yorulsak da, kırılsak da, içimizdeki kadını kimse silemez.

Kendine “ben varım” demeyi öğren. Biz kadınlar, sessiz kaldığımızda da, gözyaşlarımızı içimize akıttığımızda da güzeliz. Ve düşündüğümüzden çok daha cesuruz. Ayağa kalk, omuzlarını dikleştir ve hatırla: Sen bir kadınsın. 

Gülnur 🌹

30 Eylül 2025 Salı

İnsan Hayatında İşaretler Var mıdır

 İnsan Hayatında İşaretler Var mıdır?


Hayat, çoğu zaman bize doğrudan konuşmaz. Sessizdir, sakindir. Ama o sessizliğin içinde küçük işaretler saklıdır. Bir tesadüfte, bir rüyada, ertelenmiş bir planda ya da yolda karşımıza çıkan küçücük bir ayrıntıda… Biz fark etmeyi bilirsek, o işaretler adeta bir dil gibi konuşur.


İşaretler vardır, evet. Ama işaret, kendi başına anlam taşımaz. Onu işaret kılan, ona bakan gözün duyarlılığıdır. Aynı olayı iki kişi yaşar; biri sıradan bir rastlantı der geçer, diğeri ise içinde bir kıvılcım hisseder. İşte bu yüzden işaret, evrenden çok bize aittir. Onu gören gözde, onu hisseden yürekte saklıdır.


Bazen hayat, işaretlerle bize şunu fısıldar: “Daha dikkatli yaşa. Daha bilinçli bak. Daldığın günlük telaşlardan çık ve ayrıntılara kulak ver.” Ya da belki de bütün işaretler, sadece içimizdeki sesi duyurmanın bir yoludur. Çünkü insan bazen kendi iç sesini susturur, duymazdan gelir. Hayat ise o sesi dışarıdan yankı gibi önümüze getirir.


Kimi zaman bu işaretler çok basit görünür:


Günlerdir beklenen bir buluşma son anda iptal olur; belki de hayat sana “biraz dur, düşün” demek istemektedir.


Bir rüya üst üste tekrarlanır; uyanınca zihninde yankısı kalır, sanki sana bir şey anlatmaya çalışıyordur.


Hiç ummadığın anda karşına çıkan bir insan, aklına takılan bir soruya cevap gibi gelir.


Bazen de ufak bir kaza ya da sağlıkla ilgili küçük bir aksilik, sana aslında daha büyük bir şeyin işareti gibi dokunur.


İşaretlerin en çok göründüğü anlar, genellikle bir eşik zamanıdır. Karar vermeye yaklaştığımızda, yönümüzü belirlemek üzere olduğumuzda, bir kapının kapanıp diğerinin açıldığı o hassas anlarda… İşaretler daha görünür olur. Bir bakıma biz hazır olduğumuzda ortaya çıkarlar. Çünkü aslında onlar hep oradadır; mesele bizim görmeye hazır olup olmamamızdır.


Ama şunu unutmamak gerekir: İşaretler yolun kendisi değildir. Onlar sadece yol kenarına konulmuş küçük levhalar gibidir. “Buraya da bak,” derler. “Belki burada senin için bir şey vardır,” diye fısıldarlar. Ama adım atmak, yürümek, seçmek yine bize aittir. İşaretleri fazla büyütmek, kendi irademizi gölgeleyebilir. O yüzden denge önemlidir: Ne tamamen yok saymak, ne de bütünüyle onlara teslim olmak.


Sonuçta işaretler, hayatın bize sunduğu küçük aynalardır. Bazen koruyucu bir uyarı, bazen cesaret verici bir işaret fişeği, bazen de sadece farkındalığımızı artıran küçük bir dokunuş. Onların bize ne söylediğini anlamak için acele etmeye gerek yok. Bazen cevap hemen gelmez; günler, aylar sonra, başka bir olayla birleştiğinde anlam kazanır.


Ve belki de bütün işaretlerin ortak çağrısı şudur:

“Daha dikkatli yaşa, daha bilinçli bak. İçindeki sesi duy.” 


Siz ne dersiniz? Sizce de insan hayatında işaretler var mıdır?

Gülnur 🌹 

3 Eylül 2025 Çarşamba

EYLÜL'E GİRDİ HAYAT...

 Eylül’e Girdi Hayat


Eylül geldi. Sessiz ama anlamlı. Rüzgâr biraz serinledi, gökyüzü biraz daha derinleşti.

Bazen mevsimler yalnızca doğayı değil, insanın içini de değiştirir. Eylül tam da öyle. Biraz durup düşündüren, biraz da susturan bir zaman aralığı…


Bazen insan bir şehirde sadece evini değil, duygularını, geçmişini, alışkanlıklarını da bırakır geride. Gidilen yer ne kadar geçici olursa olsun, kalınan yerle vedalaşmak her zaman bir iz bırakır. Ama bu sefer biraz farklıydı belki de... İçten içe hafiflik vardı, kısa ama sahici bir mutluluğun ardından gelen o dingin sessizlik.


Hayat her zaman uzun soluklu mutluluklar sunmaz. Bazen yalnızca birkaç gün, birkaç an verir insana. Ama mesele bu anlara razı olmak değil; mesele, bilerek ve isteyerek, aynı zorlukların içine yeniden dönmemek.

Ve belki de en çok o anlarda hissettiklerinin devamı için, gerçek bir mucizeye ihtiyaç vardır.

Ve yine… belki de bazen o anların devamı için değil, yerine daha iyisini kurabilmek için cesaret gerekir.


Bundan sonrası bilinmezlerle dolu olabilir. Ama artık bazı şeyler net. Kararlar alındı. Göz yumulmayacak duygulara, ertelenmeyecek adımlara yer açıldı.

Kim ne anlatırsa anlatsın… Sonu olmayan bir yolda ilerlemek, olmayacak bir mucizeyi beklemekten öteye geçemez.


Ve evet, bazı kırgınlıklar vardır ki... affedilmeye pek müsait değildir. Affetmek istenir belki, hatta yürek ister ki telafi edilsin, yol devam etsin. Ama bazen affedememek; içteki kırıklığın, onarılmamışlığın, duyulmamış sözlerin sessiz sonucudur. Telafisi olmayan şeyler, bazen en derin yaraya dönüşür.


Hayat, Eylül’le birlikte yeniden soruyor: “Ne kalmalı, ne gitmeli?”

Cevap belki de çoktan verildi. Şimdi sadece uygulanmalı.


Gül 🌹



---

27 Ağustos 2025 Çarşamba

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI

 Bugün 30 Ağustos…🇹🇷


Sadece bir tarih değil, bir halkın yeniden ayağa kalkışının simgesi.

Ama bu yazı ne zafer çığlıklarıyla dolu olacak, ne de savaşın soğuk rakamlarıyla.

Ben bu günü kendi içimden, bir kadının kendi toprağında büyürken hissettiğiyle anlatmak istiyorum.

Çünkü bazen bir ülkenin kaderiyle, bir insanın hayata tutunuşu arasında ince bir bağ vardır.

Ve o bağ, bize unutmamayı öğretir.

Kendimizi. Köklerimizi.

Ve özgürlüğün ne demek olduğunu...


Büyüdüğüm topraklarda kadın olmak demek; yalnızlığı bile omuzlamayı bilmekti.

Kendi sesini bastırıp, başkalarının yankısı olmaya alışmak…

Ama bir gün, içindeki fısıltıya kulak verirsin.

O fısıltı, sana ait bir sesin var olduğunu hatırlatır.

Tıpkı bir halkın, yıllarca bastırılmış iradesinin bir gün gökyüzüne yükselmesi gibi.

Tıpkı 30 Ağustos gibi…


Zafer, bazen bir meydanda kazanılmaz.

Bazen bir kadının kendi hayatına sahip çıkmasında gizlidir.

Bir karar anında, bir “yeter artık” demede,

Bir daha asla yere eğilmeyen başta,

Omzuna konan geçmişin yükünü taşıyıp yine de dimdik yürüyen adımlarda...


30 Ağustos, sadece bir savaşın sonu değil;

Kendi benliğini hatırlayan her ruhun, yeniden doğuşudur.

Kadın, erkek, çocuk…

Bu topraklarda nefes alan herkes için,

Bağımsızlığın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissettiren bir mirastır.


Ve belki de her şeyin özü…

Zamanında hissedilen bir aidiyet,

İnsana kendini yalnız hissettirmeyen bir bağ,

Ve mücadeleye rağmen içimizde korumayı başardığımız “biz” duygusu...

Gül 🌹 

Canım Diyebilmek


"Canım" Diyebilmek...

Kimine "merhaba" dersin, kimine sadece adını söylersin. Ama birine “canım” demek, öyle herkesin taşıyabileceği bir kelime değildir. Çünkü bu kelime, yalnızca ağza değil, kalbe de yerleşmiştir.

Bazı isimler telefon rehberinde sıradandır; bazılarıysa kalbe dokunur.
“Canım” diye kaydedilen biri, işte o kalbe dokunanlardandır.

Birini telefonuna “canım” diye kaydetmek... Bu basit bir isim tercihi değil. Bu, onun varlığının sende ne kadar özel bir yere sahip olduğunun ispatıdır. Bu kelime; bir sevme biçimi, bir sahipleniş, bir teslimiyettir. “Canım” dediğin kişi, senin kalbinin içinde ayrı bir odada yaşıyordur artık.

Bu bir hitap değildir sadece. Bir duygunun, bir bağın, bir özlemin kısacık bir kelimeye sığdırılmış hâlidir. O kişi seni aradığında sadece telefonun çalmaz… İçinde de bir şeyler kıpırdar. Sıradan bir isim değil çünkü... Bir tanımlamadır aslında.

“Kimsin sen?” deseler, cevabı sadece bir harf değil: “Canım.”

Kimseye kolay kolay denmez.
Bu kelimeyi kullanmak cesaret ister, samimiyet ister.
Çünkü her “canım” demek, içten bir kabullenmeyi, sahiplenmeyi, duygusal bir yakınlığı beraberinde getirir.

Canım diye kaydettiğin biri varsa hayatında, sadece adıyla değil…
Varlığıyla özelsindir.
O artık sadece bir kişi değil, yeri olan biridir.

Ve bir not düşülmeli belki de en sona:
Bu kelime, herkes için değil.
Her kalp, “canım” olamaz…
Ama olmuşsa…
Ona her baktığında, içinde bir şey kıpırdar.

Gül 🌹

26 Ağustos 2025 Salı

Layık Olduğu Yere Düşen Gül; Düşemeyen Kül Olur

 Layık Olduğu Yere Düşen Gül; Düşemeyen Kül Olur


Çünkü herkes bir yerden sonra yorulur.

Ne kadar güçlü olursa olsun, sürekli kendini toparlayan, sürekli anlayan, sürekli susan insan…

Bir noktadan sonra konuşmak yerine içine kapanmayı seçer.


Ve bir bakmışsın, o hep gülümseyen yüz sessizleşmiş.

Gülümsemesinin arkasında biriken yorgunluk çoktan kendini ele vermiş.

Anlatmaz, açıklamaz, gerek duymaz. Çünkü anlamayan için artık anlatmak da boştur.


Gül, yerini bulamayınca kendini savunmak için dikenlerini gösterir.

Çünkü içten içe bilir; her sevgi çabayla, her bağ emekle yaşar.

Kimse tek başına taşıyamaz bir duygunun ağırlığını.

Bir yere kadar sessiz kalınır, bir yere kadar anlayış gösterilir.

Sonra bir bakarsın…

Yorgunluk büyümüş, sabır azalmış, içte tutulan sözler birer birer eksilmeye başlamış.


Layık olduğu yere düşen gül, yeşerir, büyür, güzelleşir.

Ama düşemeyen, tutunamayan gül...

Kül olur.

Ve o kül, içimizde taşıdığımız onca değeri rüzgârla alır, götürür.


Bazen sadece bir cümle yeterdi belki.

Bir anlayış, bir dokunuş, bir bakış...

Ama o eksik kalan anlar birikir.

Ve bir gün, “Neden bu kadar yoruldum?” diye sorarsın kendine.


Oysa insan sadece sevilmek değil, görülmek ister.

Sadece yanında olunması değil, gerçekten sahiplenilmek ister.

Birlikte büyümek, birlikte güçlenmek ister.


Ve belki de her şeyin özü;

Vaktinde ve yerinde gösterilen bir sevgi,

Ve en çok da…

Emek verilmiş, sahip çıkılmış bir değer olmak.


Tıpkı layık olduğu yere düşen bir gül gibi…

Yeşeren, büyüyen ve güzelleşen bir sevgi gibi.


Gül 🌹

22 Ağustos 2025 Cuma

BİR KADININ DAVRANIŞLARI...

 Bir Kadının Davranışları…


Bir kadın sürekli endişeli davranıyor, içi rahat etmiyor ve durmadan güvence arıyorsa, sorun onun güvensizliği değil; birlikte olduğu adamın sadakatsizliği, dürüst davranmaması, tutarsız sözleri ve gizlediği gerçekler yüzündendir.

Tutarsız sözler, gizlenen gerçekler ve içi doldurulamayan söylemler…

Kadını bir çıkmazın eşiğine getirir.

Gerçeği eğip büken bir adam, kadını kuşkuya mahkûm eder.

Ama kandırıldıkça, sadakatsizlikle yüzleştikçe

içinde susmayan bir sesle boğuşur:

“Ya doğru söylemiyorsa? Ya yine aynı şey olursa?”


Zihni savaşırken, kalbi yorulur.


Bu yüzden de…

Bir kadın ilişkide dengesizleşiyorsa,

Bir gidip bir geliyorsa,

Bazen susup bazen patlıyorsa,

Bu onun kararsızlığından değil,

Korunmadığı bir bağın içinde kalmaya çalışmasındandır.


Ona “fazla düşünüyorsun”, “kafana takma”, “biraz rahatla” diyen biri,

önce kendine sormalı:

“Ben ne yaptım da bu kadının içi rahat değil?”


Çünkü bir kadının davranışları, genellikle karşısındaki adamdan aldığı enerjiyi yansıtır.

Sevgi dolu bir adama huzurla yaklaşır.

Ama güvenilmez bir adamın yanında diken üstünde yürür.


Unutulmamalı:

Kadının güven sorunu yoktur.

Adamın sadakat ve dürüstlük sorunu vardır.


9 Temmuz 2025 Çarşamba

SEVGİNİNDE AŞKINDA BİR SABRI VAR

 “Giden değil, gitmeden önce eksilen bakış anlatır en çok şeyi; bu yazı, sabrın bittiği o anla başlar.”


Sevginin de, aşkın da bir sabrı var. Ve sabır, her geçen gün biraz daha eksilirken çoğu zaman kimse fark etmez. Yanlışlar tekrarlanır, aynı cümleler duyulmaz olur. Kalp hâlâ sever ama sessizce… Gözlerdeki bir bakış, içindeki korku, bir gün tüm duygunun yönünü değiştirir.

İnsan bazen tek bir bakışla başlatır bir sevgiyi… Ama aynı insan, o bakışın içindeki çekilme, tedirginlik, uzaklaşma hissiyle de o sevgiden vazgeçebilir. Ve o an, bir iç ses sessizce sorar: “O kadar çok korkarak bakıyorsa, neden hâlâ burada?”

Sevgi kendiliğinden sürmez. Sonsuza kadar sürecek olan sevgiler, çaba gösteren yüreklerle mümkündür. Sevgi sabit bir yer değildir. Sürdürülmezse, eksilir. Ve eksilen, yerini sessizliğe bırakır.

Çünkü insan yalnızca sevilmek değil, anlaşılmak da ister. Yalnızca yanında olunması değil, yanında kalınmasına cesaret edilmesini ister.

Bazen kalmak, gitmekten daha zordur. Çünkü kalmak, susmayı göze almak demektir. Anlam veremediğin hâllerin içinden geçmek, bekleyişleri uzatmak, kendinden ödün vererek hâlâ sevebilmek demektir.

Ama hiçbir çaba tek başına yetmez. Bir ilişkide sadece sevmek yetmez. Sevgi yük değildir, ama taşınmadığında yük gibi hissettirir.

Ve insan bir kez yorgun düştü mü… Artık her şey ağır gelir. Sevgi bile.


5 Temmuz 2025 Cumartesi

İÇ HUZURUMU KİMSE İÇİN FEDA ETMEM

 İç Huzurumu Kimse İçin Feda Etmem

Yazan: Gülnur 🌿


Beni tanıyanlar bilir; neşeli, cıvıl cıvıl biriyimdir. İçimde zaman zaman sıkıntılar olsa da dışarıya pek belli etmem.

Küçük şeylerle mutlu olmayı severim. Sohbet ettiğim insanların gözlerinden, ses tonlarından anlarım…Yanlarında olmamın onları rahatlattığını, iyi geldiğimi hissederim. Bazen bunu söylerler de zaten.

Bu farkındalık hep içimi ısıtır.

Ama bugün sahilde biriyle karşılaştım. Söylediği birkaç cümle beni düşündürdü. Beni ben yapan o iç huzurun, aslında ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha hatırlattı bana.Ve işte bu yüzden bu yazıyı yazmak istedim.

Benim iç huzurum pazarlık konusu değildir. Kimse için, hiçbir şey için feda edemem. Çünkü bu benim en büyük gücüm. Sessiz, kararlı ve derin bir güç.

Ve bence en çok da bu güç, saygıyı hak eder.

Bazen bir kadın yalnızlığı düşünür. Yalnız kalmayı, kendine dönmeyi, kalabalıktan uzaklaşmayı… Bu bir tercih değil sadece; çoğu zaman yaşadıklarının sonucudur. Çok şey yaşamıştır, çok kırılmıştır… sonunda da huzurun kıymetini anlamıştır.

Artık şunu net biliyorum:

Herkes hayatımızın ön sıralarında olmayı hak etmiyor. Hele ki bizi yoranlar, huzurumuzu bozanlar, kandırmaya çalışanlar...

Onlara yer yok.

Kendi sınırlarımı tanıdım. Ve bu sınırları korumak, kendime duyduğum saygının bir parçası. Artık enerjimi tüketen, huzurumu çalan insanlara hoşgörü gösteremem.

Çünkü huzur, benim için en kıymetli şey. Ve onu korumak bazen sadece uzak durmakla mümkün.

Kadın neye benzemek istediğine karar verdikten sonra, her yerde kendine bir yol çizebilir. Ve eğer yolun sonunda kendisiyle barışmışsa, huzurunu bulmuşsa…

İşte o zaman gerçekten güçlüdür.


Kendime not:

Sen güçlüsün.

Sen bilgesin.

Kendin için inşa ettiğin o sığınağın her zerresini hak ediyorsun.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

YANMAK… VE YANARKEN SEYRETMEK

 Yanmak… Ve Yanarken Seyretmek

Yazan: Gülnur 🌿


Bugün 2 Temmuz.

Madımak Oteli’nde 33 canın diri diri yakıldığı, kara gün.

Ve ben, günlerdir İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Ürkmez beldesinde yaşadığımız yangınların ardından, nefes alamadığım kendi evimde düşündüm onları.

Evet, evimiz yanmadı belki.Ama alevler çok yakınımıza kadar geldi.

Evimin arka tarafı cayır cayır yanarken ben sadece izleyebildim.

Evde duramadım. Nefes alamadım.Tıkandım. Öksürdüm. Duman her yanı sardı. Gündüz vakti gökyüzü karardı.

Ve o an, Madımak geldi aklıma.

Ben bu halde bile boğulurken…

Onlar nasıl boğuldu?

Nasıl yandılar?

Nasıl bir acıydı o?

Bazı acılar sadece yaşanmaz, içimize işler.

Kendimizin bile anlayamadığı bir yerden tutar yakar.

Madımak yangını bir doğal afet değil; insan eliyle yapılmış, göz göre göre işlenmiş bir cinayetti.

Diri diri yakıldı insanlar.

Ve ben, yanmayan bir evde, sadece dumandan boğulurken bile onların yaşadığını hayal edemiyorum.

Bu nasıl bir vicdansızlık?

Bu nasıl bir karanlık?


“Kararmış yüreğin hiç ışığı olmaz

Bilmez misin ki türküler yanmaz”

Ormanları yakan biri ağacı, kuşu, toprağı düşünür mü?

İnsan yakan biri doğayı umursar mı?

İçinde ışık olmayan bir yüreğin ne dine, ne inanca, ne insana faydası olur?

Ben bir insanım.

Ve yalnızca insan kalabilmek istiyorum.

Hiçbir inanç, hiçbir ideoloji, bir canın üzerine basarak kendine yer edinememeli.

Ürkmez’de günlerce süren yangın boyunca haberleri izlemek istemedik.

Alevleri konuşmak istemedik.

Yüreğimiz zaten yeterince yanıyordu.

Bir de üzerine 2 Temmuz geldi.


Ve ben düşündüm:

Orman yanarken bile bakamadık…

Peki ya insan yanarken?

Diri diri…

Nasıl baktılar?

Nasıl sustular?

Nasıl yaptılar?

Bu soruların cevabı yok.

Çünkü bu, insanlığın sustuğu yer.


**Unutmadık.

Affetmedik.

Affetmeyeceğiz.**

30 Haziran 2025 Pazartesi

Cennetten Cehenneme: Seferihisar’ın Sessiz Çığlığı


Cennetten Cehenneme: Seferihisar’ın Sessiz Çığlığı

Yazan: Gülnur 🌿


Burası Ege’nin en güzel köşelerinden biri.

Adını mandalinasından, huzurundan, rüzgarın kulağımıza fısıldadığı sükûnetten alan Seferihisar’ın Ürkmez beldesi…

Ama bu kez rüzgâr fısıldamadı.

Bağırdı.

Alevleri taşıdı. Gökyüzü karardı. Gün ortasında gece yaşadık.

Bugün burada yalnızca ağaçlar değil, köyler de yandı.

İnsanlar evlerini bırakmak zorunda kaldı. Kimi çocuklarının elinden tuttu, kimi yaşlı annesini sırtladı.

Ben biraz daha aşağıdaydım ama her şeyi hissettim.

Duman evin içine kadar girdi. Öksürdüm, nefesim daraldı.

Rüzgâr, yangını taşımakla kalmadı, korkuyu da taşıdı her haneye.

Ormanın yanışıyla başlayan kabus, yerleşim yerlerine kadar dayandı. Ama ne yazık ki bunu ekranlardan böyle izlemedik.

“Orman yangını” deyip geçtiler.

Oysa biz evimizin penceresinden alevlerin kıyısına kadar izledik yok oluşu.

Helikopterler rüzgâr yüzünden havalanamadı.Biz ise çaresizlikten gözyaşlarımıza sığındık.

Buralarda doğmadım belki ama, bir başkasının çocukluğu geçmişti o zeytinliklerde.Dedelerinin ektiği nar ağaçları vardı, yaz akşamlarında altına oturulan çamlar...

Şimdi onlar da yok. Bir gecede gitti, sessizce.Bugün burası hâlâ yanıyor aslında.İnsanların içinde, hayvanların kalbinde, toprağın derinlerinde...

Külle örtülmüş bir sessizlik var şimdi Ürkmez’in üstünde.

Ama içimizdeki haykırış devam ediyor.Doğa kendini belki bir gün toparlar.Ama biz, bu çaresizliği ve yalnız bırakılmışlığı kolay kolay unutamayacağız.


📣 Bir Not, Bir Çağrı:

Bu yaşanan yalnızca bir doğa olayı değil, bir hayatın, bir yaşam alanının yanışıydı.

Lütfen bu tür felaketlerde yalnızca doğayı değil, içindeki insanları, hayvanları, anıları ve geleceği de düşünelim.

Ve lütfen daha dikkatli olalım.

Bazen bir cam parçası, gelişigüzel atılan bir sigara izmariti, ya da içtikten sonra bırakılan bir bira şişesi koca bir ormanı, bir köyü, hatta bir hayatı yok edebilir.

Görmediğimiz her yangın, bir gün kapımızda olabilir.Görünmeyeni duyuralım. Sessiz kalanın sesi olalım.Doğayı korumak, aslında kendimizi korumaktır.


14 Haziran 2025 Cumartesi

 Babalar Günü

Bugün Babalar Günü…

Yanında olanlar için bir sarılma günü,bizim gibi erken kaybedenler içinse içten bir dua…

Hayat ona sadece 38 yıl vermişti…Küçücük bir zamana çok şey sığdırdı.Gidişi erkendi ama izleri hep kaldı.Şimdi ne zaman Babalar Günü gelse, kalbim dua gibi atıyor.Hem içimde, hem yokluğunda kalanlar var…Bir sevgi, bir özlem, bir eksik gibi.

Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

Ve hâlâ babası hayatta olan herkese;Babalarının kıymetini bilen,onlara sarılabilen, sesini duyabilen herkes için:O varlığın kıymetini doya doya yaşayın.Çünkü bazen bir ses bile yıllar sonra özleniyor…

Tüm babaların Babalar Günü kutlu olsun.Gidenlere rahmet, kalanlara sağlık, huzur ve uzun ömür diliyorum.

Gülnur 

14 Mayıs 2025 Çarşamba

ÇEKİRGE

 “Çekirge Bir Sıçrar…”


Derler ki, çekirge bir sıçrar, iki sıçrar…

Belki üç, belki beş…

Ama hayat bir yerden sonra “yeter” demeyi öğretir.Kimse sonsuz kez sıçrayamaz yalanla, hileyle, kaçışla.

Bazıları hatalarının üstünü örtmekte ustadır.

Bazıları hep ikinci bir şans bulur.

Ve bazıları, o şansları kullanırken arkasında birilerinin kalbini bırakır, kırar, yorar…

Bazı insanlar, yaptıkları hataları, gizledikleri gerçekleri ya da verdikleri sözlere rağmen sürdürdükleri samimiyetle örtüşmeyen davranışlarını sürdürmeye devam eder.

Bir süreliğine her şey yolunda gibi görünür. Hiçbir şey fark edilmemiş, kimse zarar görmemiş gibi…

Ama unutma; sıçrayan yorulur, bekleyen güçlenir. Göz yumduğun değil, göz yumduğunu zanneden kaybeder aslında.

Hayat, sıçramanın değil, dürüstçe durmanın kazandırdığı bir yoldur.

Bekleyenler, susanlar, görüp görmezden gelenler vardır bu hikâyede. Onlar çoğu zaman sabırsız, zayıf ya da pasif sanılır. Oysa sabreden, izleyen ve anlamak isteyenler sadece zamana güvenenlerdir. Ve zaman, gerçeği ustalıkla ortaya çıkarır.

Bir ilişkide, bir arkadaşlıkta ya da hayata karşı alınan tutumlarda kaçmak, üstünü örtmek, ertelemek, ancak belirli bir yere kadar işe yarar.

Çünkü hayat, eninde sonunda dürüstçe duranla, sürekli sıçrayanı ayırt etmeyi bilir.

Çekirge sıçrar…

Ama her sıçrayış biraz daha yorar. Ve yorgunluk, bir gün mutlaka durmaya mecbur bırakır.

O gün geldiğinde, sıçrayarak geçilen her durak, bir pişmanlık satırına dönüşebilir...

Gülnur 🌹

7 Mayıs 2025 Çarşamba

8 Mayıs

 

“Yeni Yaşıma Hoş Geldim”

Bu yıl kendime bir hediye arıyorum…



Bu yıl öğrendiklerim çok derindi.

Bazı duygulara sabretmeyi, cevapların hemen gelmeyebileceğini ve bazen sadece içimde güç bulmam gerektiğini fark ettim. Hâlâ kalbimde yer açıyorum ama artık kendimi sıkıştırmadan. Artık sevgiyi sadece içimde, olduğum yerde, seçildiğim yerlerde var etmek istiyorum.

Zaman zaman bir mucize olsun istedim. Çocukken izlediğim Tatlı Cadı dizisindeki gibi… Burnunu oynatıp her şeyi değiştirebilmek… Hayatım bir anda düzelecekse, bu mucizeye ihtiyacım varmış gibi geldi. Ama sonra fark ettim ki bazen sadece biri gelse, “Ben buradayım” dese, güvenmek isterim, yaslanmak isterim. Demek ki en çok buna ihtiyacım varmış. Bu bir mucize değil belki… ama bir güven. El değil, söz değil, varlığıyla iyileştiren bir bağ.

Bu doğum günüm, bir kutlamadan çok; içime dönme, kendime yaklaşma hâli. Bu yeni yaşımda dinginliği, nezaketi ve en çok da kendime verdiğim sözü taşıyorum: Kendimi sevmeyi unutmadan seveceğim.

Ve bu yıl kendime; kalıcı, mutlu eden ve hiç gitmeyen bir sevgi diliyorum.

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Üç Fidanın Gölgesinde


6 Mayıs 1972...

Henüz 20’li yaşlarındaki üç genç adam; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, Ankara’da idam sehpasına yürüdü. O gece sadece üç can değil, bir kuşağın hayalleri, cesareti ve inancı da darağacına çekildi. Onlar, daha adil bir dünya isteyen gençlerdi. Halkı için, eşitlik için, bağımsızlık için yürümüşlerdi.

Onların suçu düşünmekti.

Sorgulamaktı.

İtaat etmemekti.

Ve bu topraklarda bazen en ağır bedel, sadece düşünmenin kendisidir.

Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in adları bugün hala anılıyorsa, bunun sebebi sadece tarihe geçmiş olmaları değil; bir vicdanın, bir isyanın ve bir umudun sembolü haline gelmeleridir. Onları tanımayanlar bile adlarını bilir. Çünkü bazı ölümler ölmez. Bazı hayatlar kısacık da olsa, yankısı uzun sürer.

Bugün 6 Mayıs. Ne bir kutlama ne de sadece bir matem günü. Bu tarih, bir hatırlama; bir saygı duruşudur. Çünkü onlar susturulmak istendi. Ama susturulamadılar. Çünkü inançla atılan adımların yankısı, kurşundan ya da ipten çok daha güçlüdür.

Ve biz bugün hala içimizde o soruyu taşıyoruz:

Bir ülke, en çok hangi gençlerini kaybettiğinde yoksullaşır?

Deniz Gezmiş’in son sözleri, hala bir vicdan çağrısı gibi yankılanıyor:

“Yaşasın tam bağımsız Türkiye.”

Gülnur’un kaleminden…

YENİDEN YAZMAK "Kendime Dönmenin Sessiz Hali


Uzun zaman oldu içimin sesini duymayalı.Ne zaman dış dünyanın gürültüsünden uzaklaşsam,orada beni sessiz bir kadın bekliyor.Konuşmuyor ama anlatıyor.Bazen sitemle, bazen kabullenişle, bazen sadece bir iç çekişle.

Ben o kadını unuttuğumu sanmıştım.Oysa o hiç gitmemiş, sadece susmuş.Bugünlerde, kimseyle değil en çok onunla konuşuyorum.

Kalabalık sohbetlerin, yüksek sesli hayatların ardından en kıymetli cümlelerimi yalnızlığa fısıldıyorum.

Belki de dönmek dediğimiz şey,bir yolculuk değil; sadece içimize doğru bir yürüyüş.Ve o yürüyüşte gürültü değil, sessizlik yoldaş olmalı insana.

Kalabalıklar içinde kaybolmuşken, kendi sesimi unuttuğumu fark ettim.Ne çok konuşmuşum başkaları için,ne çok susmuşum kendim için.

Şimdi sessizlikte karşılaştığım bu hal ilk başta biraz yabancı geldi. Ama sonra anladım ki; bu sessizlikte bir şeyler düzeliyor.

Yalnızlık, her zaman güzel değil.İnsanı zaman zaman yorar, eksiltir, içine çeker.. Bazen de en çok yalnızken iyileşir insan.Çünkü dışarının sesi kesildiğinde, içeriden duyulan fısıltılar anlam kazanmaya başlar.


Kendime dönmek istiyorum Belki gürültüsüz, belki kalabalıksız ama daha dürüst, daha sade bir yerden.

Kendimi yargılamadan, zorlamadan, sadece dinleyerek…


Gülnur Eskici (Bir Kadının Sessiz Kararı)

Kalbimin Baharında Hıdırellez

 Kalbimin Baharında Hıdırellez

Hıdırellez, yılın bereketle, umutla ve yenilikle karşılandığı gündür. Ama bazen insan, sadece doğanın değil, kendi kalbinin de baharını bekler. Ben bu yıl Hıdırellez’i sadece dışarıda yeşeren dallarda değil, içimde yeşermesini istediğim duygularda kutluyorum.

Zor zamanlarım oldu. Sessiz kırgınlıklar, yarım kalmış sözler, görünmeyen ama hissedilen yorgunluklar taşıdım içimde. İyi günler de yaşadım elbette, ama onlar bile zaman zaman kalbimin derin yorgunluğunu dinlendirmeye yetmedi. Bazen sevgiyle sınandım; adı konmamış, ama kalbimde iz bırakmış bir bağla. Olmaması gerekeni bildim, ama hissetmeyi durduramadım. Bu da benim insan yanımdı. İtiraf ediyorum: hem sevdim, hem sustum, hem de kendime dönmeyi seçtim.

Bu yıl başka bir Hıdırellez. Artık dileklerimi bir ağacın dalına değil, doğrudan kalbimin köklerine bırakmak istiyorum. İçimi ferahlatacak dualar değil sadece; aynı zamanda bana yük olmayan, beni hafifleten niyetler diliyorum. Herkesin kendine ait bir doğrusu varsa, ben de artık kendi doğrumda yürümek istiyorum.

Yorgunluk geçebilir, eğer huzur gelirse. Hüzün hafifleyebilir, eğer kalpten af dileme ve affetme olursa.Kırıklar iyileşebilir, eğer içten bir kabullenişle sarılırsa. Ben bu Hıdırellez’de sadece dilek dilemek değil, kendimle barışmak istiyorum.

Ve diliyorum ki:

“Kalbimize göre olan, kalbimize sağlık getirsin.  

Güzellikler zamanında gelsin,  

Geç gelenler yormasın,  

Zamanında gelenlerin kıymeti bilinsin.  

Bereket evimize, huzur içimize,  

Doğru insanlar doğru zamanla buluşsun.”


Gülnur Eskici